Bu aralar kimi keyif ve kimi ailesel sebeplerle sık sık Ankara’ya gitmeye başladım, önümüzdeki aylarda da devam edecek gibi duruyor bu durum. Pardus zamanı hemen her hafta bir Ankara seferim vardı ve o aralar doğup büyüdüğüm bu şehirden nefret etmeye başlamıştım. Şehrin köyleşmesi (hayır, İstanbul “megaköy” değil, İstanbul bir kasaba, zihniyet açısından), yağmalanması, pis iş ilişkileri, … tüm bunların yansıdığı yeni mekanlar… tiksinir hale gelmiştim. Son birkaç gidişimde bu durum değişmeye başladı. Gidiş gelişlerimde gençliğimde (80’ler ve 90’lar diyelim kısaca) müdavimi olduğum, uğramaktan keyif aldığım ve benim gözümde Ankara’nın simgesi haline gelmiş mekanları kontrol etmeye başladım son seferlerde. Hala yerlerinde duruyorlar mı, tanıdık simalar var mı, eski çizgi ve düzeylerini koruyorlar mı… Bu yazıda bu mekanlardan bahsedeceğim; yaşıtlarım ve eski Ankaralılar için anılar, gençler için enteresan adresler…
Baştan söyleyeyim: Ben bir yemek ve meyhane insanıyım, listem de mideye hitap ediyor. Barları, kitapçıları, müzik dükkanlarını, parkları ve pavyonları başkası yazsın 🙂 Başlayalım…
Önce kebapçılar:
Kebap 49: Ankara’da en iyi pide buradaydı, hala burada. Eskiden Tunalı’daydı, sonra yeni yerine geldi. Buraya da alıştık. Kıymalı yiyeceksiniz burada, tek porsiyon bile doyurucudur.
Hacı Arif Bey: 90’ların başlarında Tunus eğri büdük bir mekanda başladı, sonra rahmetli Demirel’in evinin karşısına, Güniz sokağa taşındı. Akvaryumlarını hiçbir zaman anlayamadık, ne yapalım kendileri seviyorlar herhalde. Bir ara su kaplumbağaları da vardı, yakınlarda görmedim. “Kebapçı müziği” dediğimiz klasik gitar ile sanat musikisi icrasının mucidi bunlardır. Herşeyleri güzeldir, özellikle Ali Nazikleri, çatlayıncaya kadar yiyin. Benim nazım geçiyor eskilerden olduğumdan Erdoğan sağolsun, Adana’dan Halep işi yaptırıyorum, gerçi bol sumak koymayı öğrenemediler bir türlü.
Düveroğlu: Gaziantep… lahmacun… ke’ap… baklava… Her gelişimde biraz daha büyüyor, yakında yan apartmana geçecek. Önce bir lahmacun alın, sonra da Adana… Havuç dilimi varsa kaçırmayın!
Ciğer 52: Aslı Emek 8. caddede Yıldız bloklarının yanında; bir tane de Balgat’ta var, o da fena sayılmaz. “Mahalle” isteyeceksiniz, ciğer, şiş ve Adana… hem de “ma’alle getir bana abi” diyerek isteyin ki yabancı olmadığınızı anlasınlar. Daha geçen gittim, tam notumu veremedim, bir daha uğrayacağım. Tatlıyı yarım porsiyon söyleyin…
Sevgili Yaşar’ın Edessa’sı ve sonrasında İsis’i vardı Emek’te; Bilkent takımı ile basket maçı izlemeye giderdik, Yaşar bizi görünce bir kasa ayranı çıkarırdı masanın başına… İskender’de Uludağ efsaneydi her zaman, Hacı Bey’in yeri salaştı, ama bence İskender’i daha güzeldi. SASS (Selim Amca’nın Sofra Salonu) epey dolandı Ankara’da; önce Ayrancı, sonra Siteler, sonra GİMAT mıydı; standart menüsü harikaydı, ama zor başa çıkılırdı. Tandır Siteler’de ve elle yenirdi…
Büfeler, daha doğrusu büfe:
Vitamin: Cadde civarı için Barış Büfe ne ise, Tunalı için de Vitamin odur. Ben hep sosisli yerim; normal zamanda bir, açsam iki. Bir de dev meyve suyu, oh mis! Abiler bile aynı, kendini evinde hissediyorsun. Yanına bir tane çakması açılmış, kanmayın… İş arkadaşlarımı götürdüm, babamı götürdüm, kızımı götürdüm… herkesi götürüyorum buraya ben!
Ankara’ya ilk hamburger Memo ile gelmişti sanırım. Soysal pasajının orada el kadar yer. Yağlı kağıtta patates kızartmasını orada gördük. Yine oralarda adını anımsayamadığım (Sandviç imiş, sevgili Hakan Arıtürk söyledi), az sosyetik, bir geniş büfe vardı. Tost makinesinde ısıtılmış sandviç ekmeğine döner koyardı, az Rus salatası, turşu… Mükemmeldi. Annem severdi, az sosyetik olduğundan olsa gerek. Akman’ın bozası vardı sonra ve yazları da limonatası…
Birahaneler:
Kıtır: Bira, kokoreç, midye dolma/tava… meraklısına kumpir… bir bira daha, bir bira daha… Erdinger fıçı var artık, ondan şaşmıyorum. Ama personel çok kötü, herkes kendi dalgasında. Yine de gidilir, her seferinde, gidiyorum 🙂
James Cook: Bu mekan listeme çok yeni girdi, Pardus zamanlarında. Ankara seyahatlerini çekilir kılan yerdi. Evet, Kıtır’ın müzikleri de iyidir, ama Blues ve klasik rock için James Cook’a geleceksiniz. Bir seferinde çok ateşli bir Pardus / TÜBİTAK tartışmasına dalmıştık, kafayı kaldırdık bi baktık, tüm ekip bizim masanın etrafına toplanmış bizi seyrediyorlar; saat 1 buçuk olmuş, çocuklar gitmek için bizim gitmemizi bekliyorlarmış. Başka bir seferde çocuk kimbilir kaçıncı mısır sepetini getirdiğinde “artık getirme” demek zorunda kaldık, oğlan “abi n’olcak bunlar bizden” deyince, “ulan sen getirdikçe biz yiyoruz, patlayacağız yakında” yanıtını aldı. Epeydir uğramadım, güzel yerdi, hala öyledir inşalla…
Piknik (ya da Net Piknik): Burası babamın gençliğinde şimdi İzmir caddesi üst geçidinin olduğu civarda, daha çok mesaiden çıkan memurlara hitap eden bir yermiş. Biz Sakarya’daki yerini tanıdık, özellikle de yazları terasını. Sosis-patates tabağı efsaneydi, hayır kızartma değil, haşlama gibi, salçalı sos içerisinde, içinde defne yaprakları ve az kara biber ile. Bira içilirdi Piknik’te… Hala duruyormuş, bir ara gideyim.
Cambo vardı, Asıl yeri Tunalı’nın girişinde, daha bize uygunu Necatibey caddesinde. Fen Lisesi servisi öncesi ya da Cumartesileri toplanınca hamburger, patates kızartması, bira… Sonra banker olup batmıştı, efsaneyi de birlikte götürerek…
Meyhanelere geçelim:
Körfez (ya da yeni adı ile Kumsal): Eskiden Fransız Kültür’ün arkasındaki müstakil evdeydi. Ağır abiler giderdi. Gerçi daha ağır abiler (siyasiler ve gazeteciler) yan taraftaki Vaşington’a giderdi, ama Körfez de bize göre ağır idi. Yazın ön bahçede yer bulabilmek mucize olurdu. Kışları hamsili mısır ekmeği ve hamsi kuşu… Sonra Sakarya’da bir yere taşınıp Kumsal adını aldılar, orayı hiç sevemedim. Şimdi Nene Hatun’a geçmişler, burası güzel… Osman abi var başlarında, tanıdık simalar yine… Öğlen rakısına gittim ben, sessiz ve sakin, akşamları kalabalık oluyormuş…
Adana Sofrası: Buraya gitmeyeli yıllar oldu. İzmir caddesinde gerçek bir ocakbaşı. Doluysa bodrum katı az klastrofobik, ama iş görür. İki kişi gitmişseniz ve kışsa kesinlikle ocakbaşı! Ocakçı ile muhabbet kurun, öbür masadakilere gidenlerden seçip söyleyin, kaburgası harikaydı, küp gibi rakı içiliyor. Duyduğuma göre daha sosyetik taraflara şubeleri açılmış, büyük ihtimal büyüsü kaçmıştır, kim bilir?
Göksu: Bu da nispeten yeni keşiflerden. Sanırım Vaşington Sakarya’dan çıkıp Kale’ye giderken ortaklardan biri de Esat’a gelmiş (ya da tamamen uyduruyorum bunu). Dev bir bina, binlerce kat, ortada koca bir atriumsal boşluk, en alt katta bir kuyruklu piyano. Şatafatlı dekorasyon, ağır mobilyalar… Az da mavi-mor ışıklandırılsa tam Tayvan umumhanesi olacak. Buna karşın Karadeniz yemekleri için şaşmaz adres. Turşu kavurması benimkine yaklaşıyor, sarması sevgili eski kayınvalideminkini andırıyor… Güzel rakı içiliyor. Öte tarafta da kalantor AKP güruhu cemaat toplantılarını yapıyorlar, kapı önünde bolca siyah ve kırmızı plaka, şoförler… Hayli çapraz bi yer 😛
Kalbur: (ismi düzelten Canpolat Kobat’a teşekkürler) Huysuz Mehmet Tekmen’in yeri. Eskiden de sık gidilemezdi, çünkü popo kadar yer, şak diye dolardı. Öğleden sonrası rakısı için iyiyidi ama. Pek çok enteresan mezenin Ankara’ya giriş yeri. Bir ara gideyim de bakayım Mehmet Tekmen yaşlanınca daha da huysuzlaşmış mı? Ben genelde cins kişilerle anlaşırım, ama Mehmet bey ile uyuşamadık bir türlü…
İlk meyhane rakımı Tombiko diye bir meyhanede içmiştim, sene 80 sanırım, Yeni Sahne’nin (orası da berhava olmuş ne yazık 😦 ) karşısında ufak bir yer. Çardağı vardı, pilav ve garnili şiş yemiştim. Tabii ki yıllar yıllar önce yok oldu. Tavukçu efsane idi, ben bir-iki kez gittim, o kadar beğenmemiştim. Solcu ve devrimcilerin uğrak yeri. Şimdi Çayyolu’na mı ne taşınmış, kalın hesaplar çakıyormuş. Solculuk ne alemde bilmiyorum. Çevre sokakta Subaşı diye bir ocakbaşı vardı, oranın ocakbaşı da güzeldi. Sabahattin Baba vardı, Tunalı’nın Kolej tarafındaki ara sokaklardan birinde, kızlar severdi, kalabalık sıkış tıkış bi yerdi, ben sevmezdim… Yine Çevre sokakta sonradan Lagos açılmıştı, Sakarya Canlı Balık’ın iyisi ve az tuzlusu… Ne olmuştur ki şimdilerde?
Son olarak da işkembe:
Rumeli: Bilkent’te doktora yaparken şehirde gece yemeklerinin değişmez adresi idi. Beykoz paçası efsane… Çorbaları da öyle. Zerdeyi düzgün yapabilen az sayıda yerden biri. Geçen gün uğradım, ve ne yazık ki bitmiş. Çorbası eh, kelle ve kokoreç zar zor yeniyor, zerde yok, aşure diye getirdikleri şey ve üzerindeki yanık ve bayat fındık… Zamanınızı harcamayın, anılarınızda kalsın Rumeli…
İçki ardı ya da normal vakitte gittiğimiz bir ASPAVA vardı, Allah Saadet Para Aşk Versin Amin 🙂 Gerçi Ankara Aspava doludur ama aslı Esat’ta, “hassas bölgler”in arkasındadır. Önce sarmısaklı cacık, ardından soslu döner dürüm (İstanbul’un kaşarlı döner dürümleri halt etmiş!)… Çay geldiğinde garsonlar paketi uzatır birer de cıgara ikram ederlerdi. Gecenin 4’ünde sıra beklenirdi dakikalarca, karşısındaki mekan sinek avlarken…
Atladıklarımı siz ekleyin, yorum bırakarak. Ankara’ya gelip gittikçe buralara da uğrayalım yeni mekanlarla birlikte. Anılarımızı tazeleyelim; 10’lu, 20’li yaşlarımıza dönelim… 40’lı, 50’li yaşlarımızdan geriye bakıp muhasebe yapalım. Şansımız yaver gider, anımsadıklarımızdan memnun kalırsak birer duble daha koyalım, My Way’i söyleyip birer puro yakalım; beğenmezsek yine bir duble koyalım, Gençliğe Veda’yı söyleyip birer cigara tellendirelim…
Bir Cevap Yazın