Gaziler, Sultanlar ve Halifeler: Kısa bir Osmanlı Tarihi

Neredeyse bir yıl önce Osmanlı üzerine iki kitap için birkaç satır yazmıştım, Zıllullah-ı f’il arz: Taammüt mü, Tesadüf mü? Arada tarih üzerine okumalara devam etmeye çalıştım, ama son derece kayda değer bir adım yılın sonunda geldi: Marc David Baer’den The Ottomans: Khans, Caesers, and Caliphs.

Baer’in kitabı, bir açıdan bakınca tam bir tarih kitabı: Osmanlı’nın kuruluşu öncesinden yıkılışı sonrasına olanları, kronolojik sırayla, anlatıyor. Hatta bölüm başlıkları padişahlar ile eşleşiyor, “İhtişam: 1. Selim’den İlk Osmanlı Halifesi 1. Süleyman’a” ya da “İstibdat: Modern bir Halife 1. Abdülhamit” gibi. 6 küsur yüzyılı, 36 padişahı böylesi bir hacme sığdırmak başarı olmalı diye düşünüyorum; konunun uzmanı olmasam da. Baer bu tarih bölümlerinin arasına Osmanlı devlet şekli ve altta yatan kültür hakkında bölümler de eklemiş, “Harem, Ev Demek” ya da “İçe Bakış: Osmanlı’nın Orient’i” gibi.

Baer’in okuyucu kitlesi yoğun olarak Osmanlı’yı yalnızca doğu, Asya ve/veya Müslüman olarak gören batılı tarihçiler ve entelektüeller. Kitabın temel tezi, özellikle kronolojik olmayan bölümlerde kuvvetle vurgulandığı üzere, “Osmanlı doğu olduğu kadar batı, Asya olduğu kadar Avrupa ve Müslüman olduğu kadar ‘Roma/Bizans’tır” şeklinde özetlenebilir. Baer Avrupa tarihinde Osmanlı’nın yalnızca dolaylı bir dış etken olarak görülmesine karşı çıkıyor, doğrudan etkisi olan bir aktör (ana aktörlerden biri?) olduğunu vurguluyor. Osmanlı aslında Bizans’ın devamı, dolayısı ile Roma’nın varislerinden birisi. Ama Batı, tarihini yazarken, Bizans’a yaptığı gibi Osmanlı’yı da kenarda ve hatta dışarıda tutmayı tercih ediyor.

Benzer bir tezi Alan Mikhail’in God’s Shadow: Sultan Selim, His Ottoman Empire, and the Making of the Modern World‘inde de görmüştük. Mikhail’in tezi çok daha odaklanmış ve iddialıydı: Avrupa’yı ve hatta günümüzdeki dünyayı şekillendiren 1. Selim (Yavuz)’dir. Ama Mikhail bu kitabı için meslektaşları tarafından kuvvetle eleştirilmiş, yeterince ciddi bir tarih yazımı yapmamakla itham edilmişti. Bunları Zıllullah-ı f’il arz: Taammüt mü, Tesadüf mü? yazısında değerlendirmiştim. Aynı yazıda Noel Malcolm’un Avrupa’nın Osmanlı’ya bakışını ve Osmanlı’nın Avrupa’nın oluşumundaki etkisini çok daha düzgün bir şekilde anşatan Useful Enemies: Islam and the Ottoman Empire in Western Political Thought, 1450-1750 kitabından da bahsetmiştim, fazlasıyla akademik ve kuru olduğunu ekleyerek. Baer, Mikhail’in (kusuruma bakmasın) baştan savmalığına ve Malcolm’un hissizliğine tezat son derece objektif (kişisel görüşüm), inandırıcı, akıcı ve sürükleyici bir eser kaleme almış. Öyle ki yakın zamanda en hızla okuduğum (aslına okumuyorum, dinliyorum, Audible sağolsun) kitap oldu The Ottomans, Amerikalıların deyişi ile tam bir page-turner.

1. Süleyman’ın (Kanuni) tuğrası (orijinali Metropolitan Museum of Art’ta). Kitapta hayli ayrıntılı bir tasviri mevcut.

Daha önce yazdım, tarihle aram pek de iyi değil, liseden bu yana (ki o da zoraki ve hasbelkader) ilgilenmedim… Ama hatadan dönmek erdemdir, ben de geçen yıldan bu yana tarih okumaya başladım, hem daha yakın hem de uzak. Tarih cahili olduğum zamanlarda, o zamanlar pek beğendiğim ve şimdi dahi kullandığım, “Osmanlı, gereğinden uzun sürmüş bir şakadır” şeklinde bir özdeyişim vardı. Tarih okumalarım bu özdeyişi, daha doğrusu altındaki önyargıyı, epey bir sarsalıyor; itiraf etmeliyim. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak kötü bişey 🤪

Ama burada bir özeleştiriden çok birkaç tespit yapmak istiyorum: Osmanlı’nın ilerlemeden duraklama ve sonra gerileme/çöküşe geçişindeki temel dönemeç Kanuni Süleyman dönemi, bu açık. “Sefere çıkan padişah”tan “saraya kapanmış padişah”a, “valilik yapan şehzade”den “haremde hapis şehzade”ye geçişin temelleri bu dönemde, haydi popüler kültür göndermelerine de başvuralım, Hürrem Sultan’la evlilik, ikinci çocuk, haremin Topkapı’ya taşınması vb ile atılıyor. Bu arada enteresan bir magazin bilgisi de ekleyeyim: İbrahim damat değil, hatta Süleyman ile fazlasıyla yakın, yükselmesini ve sonrasında katlini sağlayan/neden olan da bu. Ayrıca Fatih Kanunnamesi ile kağıda dökülen (uygulama daha öncesine gidiyor) kardeş katli uygulaması padişahın, dolayısı ile Osmanlı’nın iktidar ve kudretinin önemli bir unsuru, her ne kadar günümüz gözüyle değerlendirilince insanlık dışı görünse de… Bu uygulamanın sona ermesi ile haremin önemi ve etkisi artıyor, devlet işlerinde iç politika (fazlasıyla iç) kaygıları ön plana çıkmaya başlıyor.

Osmanlı’nın yükselmesindeki önemli unsurlardan birisi devşirme yöntemi ve bunun sonucu ortaya çıkan meritokrasi. Roma ve Bizans uygulamaları üzerine kurulan ve hayli geliştirilen devşirme işi, hem insan kaynağı hem de teknoloji (özellikle savunma sanayi) açısından en iyi ve en ilerinin kullanılmasına fırsat veriyor. Bununla kalmıyor, tolerans üzerine kurulu çokkültürlü toplum yapısı sosyal hareketliliği canlandırıyor, padişah ve devlet erkanı yanında tebaa da mutlu ve dolayısı ile sadık ve üretken oluyor. Osmanlı’nın daha bir İslam imparatorluğuna dönüştüğü 17 ve 18. yüzyılda ise hem üretkenlik, hem de mutluluk azalıyor.

Osmanlı’nın çöküşü, hem de tam seyirlik bir şekilde, İttihat ve Terakki eliyle oluyor. Barışta ve savaşta neredeyse her yaptıkları yanlış, her adım devleti daha kötü bir durum getiriyor. 17. yüzyılda başlayan Osmanlı-İslam (ve sonrasında Türk-İslam) sentezinin kötü uygulamaları da dahil. İttihat ve Terakki tarihi nedenlerle bakılarak hep CHP’nin öncülü/atası sayılmıştır, ama icraat açısından bakınca daha çok AKP’ye ilham verdiği (ya da benzeştiği) görülebiliyor. Abdülhamit sevdalısı (yeni tanımı ile) milliyetçi-muhafazakar siyasal hareket, nasıl oluyorsa Abdülhamit’i alaşağı eden hareketi kopyalarcasına örnek alıyor.

Ermeni soykırım(lar)ı ile ilgili bölüm Türkiye’de en fazla tartışma yaratacak kısmıdır kitabın. Baer’in (pek çok tarihçi gibi) bu konuda en ufak bir şüphesi yok. Talat Paşa’nın belgelerinden hareketle (benim gibi obsesif bir karakteri varmış paşanın sanırım, herşeyi hassasiyetle ve ayrıntısıyla kayda geçmiş) 650-800 bin Ermeni’nin katledildiğini söylüyor.

Baer genelde “Osmanlıcı” bir tavırda, bir konuda iyi ya da kötü birşey söylenecekse iyiyi tercih ediyor. Osmanlı’nın batılılığına, laikliğine, özellikle 18. yüzyıl öncesi çokkültürlülüğüne fırsat buldukça, bulamazsa da fırsat yaratarak vurgu yapıyor; dolayısıyla düz batılı okur için yeni ve ters tezler çıkıyor ortaya. Kimi eleştirmenler de bu noktaya vurgu yapmışlar, çoğunlukla olumlu ve hatta yüksek beğeni ile karşılanmış olmasına karşın. Gerçi ciddi Osmanlı tarihçileri gördüğüm kadarıyla henüz topa girmemişler.

Baer’in önemli bir tespiti, ki içeriden gözlemek her zaman o kadar kolay olmuyor, cumhuriyetin Osmanlı’yı çoğunlukla (her ne kadar son tahlilde redci ve kötüleyici olsa da) daha çok muzaffer, güçlü, dürüst, ahlaken doğru savaşçılar olarak gördüğü (Baer’in değil benim sözcüklerim). Harbiye’deki Askeri Müze’den örnek veriyor, Osmanlı’nın kazandığı savaşların abartılı temsiline karşın mağlubiyetlerine yer dahi verilmediğini vurguluyor. Anımsadığım kadarı ile lise tarih kitapları biraz daha objektifti, ama Osmanlı’nın kötü birşey (örneğin yağma, örneğin soykırım) yapmayacağı şeklinde bir temel varsayım hep mevcut.

Benim bir tespitim de Türkiye solcuları ile Osmanlı’daki kimi “muhalif” hareketler arasındaki romantik ilişki üzerine: Solcularımız, öyle sanıyorum ki, “Osmanlı kötüdür” varsayımından yola çıktıkları için, Osmanlı ana düzeni karşısındaki hareketleri bağrına basma konusunda (kimi zaman gereksiz) bir heves göstermiş. Birinci örnek Şeyh Bedreddin; destanı yazılan, neredeyse sosyalist önderlik mertebesine yükseltilmiş bir isyancı; ama aslında İslam’ı araçlaştıran oportünist bir politikacı/devlet adamı. Hatta Osmanlı’nın hayranlık duyulacak gelişmesini engellemeye çalışan bir gerici (dini bağlantısı ile değil, aslen Osmanlı tasavvuru ile gerici). Bir ikincisi Cem; mazlum, genç, dinamik, batıcı şehzade olarak resmedilmesine karşın aslında Avrupa devletleri elinde oyuncak olmuş zavallı bir siyasi mahkum, hatta rehine… Hadi son olarak da Hareket Ordusu’nu vereyim; cumhuriyete giden yolda hep hayır ile anılan, oysa aslında kısmen de İttihat ve Terakki’nin baskıcı yönetimini ve dolayısı ile Osmanlı’nın acı sonunu getiren bir darbeci güç. Bu konuları daha derinine inceleyip muhtemelen hatalı analizimden uzak durmamda yarar var; ama siz yabancı değilsiniz, ham görüşlerimi paylaşayım 😀

Tarih okumaya devam, sırada sınırın öteki tarafı var, The Habsburgs: To Rule the World. Doğrudan tarih olmasa da, God’s Shadow ve Useful Enemies’i ve ardından da Baer’i okuyunca batının Osmanlı algısının günümüze izdüşümünü merak ederek ulaşacağımız Ömer Taşpınar’dan What the West is Getting Wrong about the Middle East: Why Islam is Not the Problem da sırada.

Kitabı tavsiye ediyorum, tarihe meraklı herkes okusun. Hatta düzgün bir çevirisi liselerde ders kitabı olarak okutulsun; her hafta bir bölüm, bir yılda uçtan uca doğru Osmanlı tarihi…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: