• Gaziler, Sultanlar ve Halifeler: Kısa bir Osmanlı Tarihi

    Neredeyse bir yıl önce Osmanlı üzerine iki kitap için birkaç satır yazmıştım, Zıllullah-ı f’il arz: Taammüt mü, Tesadüf mü? Arada tarih üzerine okumalara devam etmeye çalıştım, ama son derece kayda değer bir adım yılın sonunda geldi: Marc David Baer’den The Ottomans: Khans, Caesers, and Caliphs.

    Baer’in kitabı, bir açıdan bakınca tam bir tarih kitabı: Osmanlı’nın kuruluşu öncesinden yıkılışı sonrasına olanları, kronolojik sırayla, anlatıyor. Hatta bölüm başlıkları padişahlar ile eşleşiyor, “İhtişam: 1. Selim’den İlk Osmanlı Halifesi 1. Süleyman’a” ya da “İstibdat: Modern bir Halife 1. Abdülhamit” gibi. 6 küsur yüzyılı, 36 padişahı böylesi bir hacme sığdırmak başarı olmalı diye düşünüyorum; konunun uzmanı olmasam da. Baer bu tarih bölümlerinin arasına Osmanlı devlet şekli ve altta yatan kültür hakkında bölümler de eklemiş, “Harem, Ev Demek” ya da “İçe Bakış: Osmanlı’nın Orient’i” gibi.

    Baer’in okuyucu kitlesi yoğun olarak Osmanlı’yı yalnızca doğu, Asya ve/veya Müslüman olarak gören batılı tarihçiler ve entelektüeller. Kitabın temel tezi, özellikle kronolojik olmayan bölümlerde kuvvetle vurgulandığı üzere, “Osmanlı doğu olduğu kadar batı, Asya olduğu kadar Avrupa ve Müslüman olduğu kadar ‘Roma/Bizans’tır” şeklinde özetlenebilir. Baer Avrupa tarihinde Osmanlı’nın yalnızca dolaylı bir dış etken olarak görülmesine karşı çıkıyor, doğrudan etkisi olan bir aktör (ana aktörlerden biri?) olduğunu vurguluyor. Osmanlı aslında Bizans’ın devamı, dolayısı ile Roma’nın varislerinden birisi. Ama Batı, tarihini yazarken, Bizans’a yaptığı gibi Osmanlı’yı da kenarda ve hatta dışarıda tutmayı tercih ediyor.

    Benzer bir tezi Alan Mikhail’in God’s Shadow: Sultan Selim, His Ottoman Empire, and the Making of the Modern World‘inde de görmüştük. Mikhail’in tezi çok daha odaklanmış ve iddialıydı: Avrupa’yı ve hatta günümüzdeki dünyayı şekillendiren 1. Selim (Yavuz)’dir. Ama Mikhail bu kitabı için meslektaşları tarafından kuvvetle eleştirilmiş, yeterince ciddi bir tarih yazımı yapmamakla itham edilmişti. Bunları Zıllullah-ı f’il arz: Taammüt mü, Tesadüf mü? yazısında değerlendirmiştim. Aynı yazıda Noel Malcolm’un Avrupa’nın Osmanlı’ya bakışını ve Osmanlı’nın Avrupa’nın oluşumundaki etkisini çok daha düzgün bir şekilde anşatan Useful Enemies: Islam and the Ottoman Empire in Western Political Thought, 1450-1750 kitabından da bahsetmiştim, fazlasıyla akademik ve kuru olduğunu ekleyerek. Baer, Mikhail’in (kusuruma bakmasın) baştan savmalığına ve Malcolm’un hissizliğine tezat son derece objektif (kişisel görüşüm), inandırıcı, akıcı ve sürükleyici bir eser kaleme almış. Öyle ki yakın zamanda en hızla okuduğum (aslına okumuyorum, dinliyorum, Audible sağolsun) kitap oldu The Ottomans, Amerikalıların deyişi ile tam bir page-turner.

    1. Süleyman’ın (Kanuni) tuğrası (orijinali Metropolitan Museum of Art’ta). Kitapta hayli ayrıntılı bir tasviri mevcut.

    Daha önce yazdım, tarihle aram pek de iyi değil, liseden bu yana (ki o da zoraki ve hasbelkader) ilgilenmedim… Ama hatadan dönmek erdemdir, ben de geçen yıldan bu yana tarih okumaya başladım, hem daha yakın hem de uzak. Tarih cahili olduğum zamanlarda, o zamanlar pek beğendiğim ve şimdi dahi kullandığım, “Osmanlı, gereğinden uzun sürmüş bir şakadır” şeklinde bir özdeyişim vardı. Tarih okumalarım bu özdeyişi, daha doğrusu altındaki önyargıyı, epey bir sarsalıyor; itiraf etmeliyim. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak kötü bişey 🤪

    Ama burada bir özeleştiriden çok birkaç tespit yapmak istiyorum: Osmanlı’nın ilerlemeden duraklama ve sonra gerileme/çöküşe geçişindeki temel dönemeç Kanuni Süleyman dönemi, bu açık. “Sefere çıkan padişah”tan “saraya kapanmış padişah”a, “valilik yapan şehzade”den “haremde hapis şehzade”ye geçişin temelleri bu dönemde, haydi popüler kültür göndermelerine de başvuralım, Hürrem Sultan’la evlilik, ikinci çocuk, haremin Topkapı’ya taşınması vb ile atılıyor. Bu arada enteresan bir magazin bilgisi de ekleyeyim: İbrahim damat değil, hatta Süleyman ile fazlasıyla yakın, yükselmesini ve sonrasında katlini sağlayan/neden olan da bu. Ayrıca Fatih Kanunnamesi ile kağıda dökülen (uygulama daha öncesine gidiyor) kardeş katli uygulaması padişahın, dolayısı ile Osmanlı’nın iktidar ve kudretinin önemli bir unsuru, her ne kadar günümüz gözüyle değerlendirilince insanlık dışı görünse de… Bu uygulamanın sona ermesi ile haremin önemi ve etkisi artıyor, devlet işlerinde iç politika (fazlasıyla iç) kaygıları ön plana çıkmaya başlıyor.

    Osmanlı’nın yükselmesindeki önemli unsurlardan birisi devşirme yöntemi ve bunun sonucu ortaya çıkan meritokrasi. Roma ve Bizans uygulamaları üzerine kurulan ve hayli geliştirilen devşirme işi, hem insan kaynağı hem de teknoloji (özellikle savunma sanayi) açısından en iyi ve en ilerinin kullanılmasına fırsat veriyor. Bununla kalmıyor, tolerans üzerine kurulu çokkültürlü toplum yapısı sosyal hareketliliği canlandırıyor, padişah ve devlet erkanı yanında tebaa da mutlu ve dolayısı ile sadık ve üretken oluyor. Osmanlı’nın daha bir İslam imparatorluğuna dönüştüğü 17 ve 18. yüzyılda ise hem üretkenlik, hem de mutluluk azalıyor.

    Osmanlı’nın çöküşü, hem de tam seyirlik bir şekilde, İttihat ve Terakki eliyle oluyor. Barışta ve savaşta neredeyse her yaptıkları yanlış, her adım devleti daha kötü bir durum getiriyor. 17. yüzyılda başlayan Osmanlı-İslam (ve sonrasında Türk-İslam) sentezinin kötü uygulamaları da dahil. İttihat ve Terakki tarihi nedenlerle bakılarak hep CHP’nin öncülü/atası sayılmıştır, ama icraat açısından bakınca daha çok AKP’ye ilham verdiği (ya da benzeştiği) görülebiliyor. Abdülhamit sevdalısı (yeni tanımı ile) milliyetçi-muhafazakar siyasal hareket, nasıl oluyorsa Abdülhamit’i alaşağı eden hareketi kopyalarcasına örnek alıyor.

    Ermeni soykırım(lar)ı ile ilgili bölüm Türkiye’de en fazla tartışma yaratacak kısmıdır kitabın. Baer’in (pek çok tarihçi gibi) bu konuda en ufak bir şüphesi yok. Talat Paşa’nın belgelerinden hareketle (benim gibi obsesif bir karakteri varmış paşanın sanırım, herşeyi hassasiyetle ve ayrıntısıyla kayda geçmiş) 650-800 bin Ermeni’nin katledildiğini söylüyor.

    Baer genelde “Osmanlıcı” bir tavırda, bir konuda iyi ya da kötü birşey söylenecekse iyiyi tercih ediyor. Osmanlı’nın batılılığına, laikliğine, özellikle 18. yüzyıl öncesi çokkültürlülüğüne fırsat buldukça, bulamazsa da fırsat yaratarak vurgu yapıyor; dolayısıyla düz batılı okur için yeni ve ters tezler çıkıyor ortaya. Kimi eleştirmenler de bu noktaya vurgu yapmışlar, çoğunlukla olumlu ve hatta yüksek beğeni ile karşılanmış olmasına karşın. Gerçi ciddi Osmanlı tarihçileri gördüğüm kadarıyla henüz topa girmemişler.

    Baer’in önemli bir tespiti, ki içeriden gözlemek her zaman o kadar kolay olmuyor, cumhuriyetin Osmanlı’yı çoğunlukla (her ne kadar son tahlilde redci ve kötüleyici olsa da) daha çok muzaffer, güçlü, dürüst, ahlaken doğru savaşçılar olarak gördüğü (Baer’in değil benim sözcüklerim). Harbiye’deki Askeri Müze’den örnek veriyor, Osmanlı’nın kazandığı savaşların abartılı temsiline karşın mağlubiyetlerine yer dahi verilmediğini vurguluyor. Anımsadığım kadarı ile lise tarih kitapları biraz daha objektifti, ama Osmanlı’nın kötü birşey (örneğin yağma, örneğin soykırım) yapmayacağı şeklinde bir temel varsayım hep mevcut.

    Benim bir tespitim de Türkiye solcuları ile Osmanlı’daki kimi “muhalif” hareketler arasındaki romantik ilişki üzerine: Solcularımız, öyle sanıyorum ki, “Osmanlı kötüdür” varsayımından yola çıktıkları için, Osmanlı ana düzeni karşısındaki hareketleri bağrına basma konusunda (kimi zaman gereksiz) bir heves göstermiş. Birinci örnek Şeyh Bedreddin; destanı yazılan, neredeyse sosyalist önderlik mertebesine yükseltilmiş bir isyancı; ama aslında İslam’ı araçlaştıran oportünist bir politikacı/devlet adamı. Hatta Osmanlı’nın hayranlık duyulacak gelişmesini engellemeye çalışan bir gerici (dini bağlantısı ile değil, aslen Osmanlı tasavvuru ile gerici). Bir ikincisi Cem; mazlum, genç, dinamik, batıcı şehzade olarak resmedilmesine karşın aslında Avrupa devletleri elinde oyuncak olmuş zavallı bir siyasi mahkum, hatta rehine… Hadi son olarak da Hareket Ordusu’nu vereyim; cumhuriyete giden yolda hep hayır ile anılan, oysa aslında kısmen de İttihat ve Terakki’nin baskıcı yönetimini ve dolayısı ile Osmanlı’nın acı sonunu getiren bir darbeci güç. Bu konuları daha derinine inceleyip muhtemelen hatalı analizimden uzak durmamda yarar var; ama siz yabancı değilsiniz, ham görüşlerimi paylaşayım 😀

    Tarih okumaya devam, sırada sınırın öteki tarafı var, The Habsburgs: To Rule the World. Doğrudan tarih olmasa da, God’s Shadow ve Useful Enemies’i ve ardından da Baer’i okuyunca batının Osmanlı algısının günümüze izdüşümünü merak ederek ulaşacağımız Ömer Taşpınar’dan What the West is Getting Wrong about the Middle East: Why Islam is Not the Problem da sırada.

    Kitabı tavsiye ediyorum, tarihe meraklı herkes okusun. Hatta düzgün bir çevirisi liselerde ders kitabı olarak okutulsun; her hafta bir bölüm, bir yılda uçtan uca doğru Osmanlı tarihi…

  • Güçlendirilmiş Parlamenter mi, Zayıflatılmış Başkanlık mı?

    2013’ten başlayarak güçler ayrılığı ve parlamenter sistem -fiili düzlemde zaten yürüyen sürece paralel olarak hukuki düzlemde de- zayıflatıldı, merkezi ve güçlü bir başkanlık/cumhurbaşkanlığı sistemine ve dolayısıyla güçlerin tek elde toplanmasına yönelindi. Şimdi bu yolun sonuna gelindiği -özellikle ekonomik kriz yaratma ve çözememe konusundaki kötü performans ile- ayan beyan ortada ve bir çeşit geri dönüşün planları/hazırlıkları yapılıyor. Temel soru şu: Bu geri dönüş hangi yoldan olacak ve sonunda ilk başladığımız yere mi varacağız? Yoksa ilk başladığımız yer de o kadar iyi değildi ve farklı bir noktayı hedeflemek ve buna uygun bir yol izlemek gibi bir seçenek düşünülebilir mi? Örneğin, ABD’de Trump’ın bir lavabo açıcı hassasiyeti ile giderdiği kimi tıkanıklar, sırf Trump yaptı diye geri döndürülmedi ve Biden tarafından da kısmen benimsendi; öyle ki Biden’a “Trump’ın ikinci dönemi” diyenler bile çıkıyor. Benzer şekilde biz de sırf 2013-21 kabusunda devreye alındı diye aslında kısmen ya da ağırlıkla olumlu olan kimi adımları geri almalı mıyız?

    İlk gözlem: 2022/3 seçimi sonrası birbirinden kısmen bağımsız iki (ya da iki buçuktan üç, nasıl saydığımıza bağlı) alanda restorasyon yapmak gerekecek: Bir yanda anayasa değişiklikleri ve sonrasındaki fiili durum ile iyice çığrından çıkan devlet yapısını yerine oturtmak; yeni anayasa, yasal düzenlemeler, hukukun üstünlüğü, yargıya güven, insan hakları, vb… Diğer yanda ise -başta ekonomik kriz ve coğrafi/stratejik hatalar olmak üzere- birikmiş dev sorunların üstesinden gelmek. Bu ikisinin kesişiminde, istenirse üçüncü bir bileşen olarak da tanımlanabilecek yeni devlet yapısının oluşturulması var. Bu bileşenlerin ilki çok boyutlu, uzun vadeli, ideolojik, konsensusa dayalı, sakin ve yavaş hareket etmeyi gerektirirken; ikincisi kısa vadede çözülmesi gereken, daha çok pratik/pragmatik, komuta ve koordinasyon ağırlıklı, hızlı ve doğru adımlara bağlı. Gelecek dönemde iktidara talip olanların bu çok tempolu, çok katmanlı, çok sesli yapıya ilişkin net ve ikna edici bir metodoloji önermeleri gerekiyor; ki bu görünürde mevcut değil…

    İkinci gözlem: Güçler ayrılığı dediğimiz şey yukarıdaki bileşenleri ele alan iki ayrı gücün varlığını gerektiriyor. Neredeyse üç çeyrek asırdır sürdürmeye çalıştığımız parlamenter sistem bu ayrılığı pek de barındırmıyor, hele de partilerin değiştirilmesi -imkansıza yakın- zor yönetim ve temsil yapıları ile. Parlamenter sistemde güçler ayrılığı için parti yönetimlerinin değil, parti üye ve örgütlerinin güçlü olması gerekiyor. Yoksa tek parti iktidarlarında yasama aslında yönetimin sekreteryası olmaktan kurtulamıyor. Koalisyonlar ise hem hükümette, hem de mecliste sonu gelmez kayıkçı kavgalarına sahne oluyor…

    Üçüncü gözlem: Memlekette partiler yasasını değiştirmek, anayasayı değiştirmekten daha güç; hele de değişiklik mevcut güç dağılımlarını güçlülerin aleyhine değiştirmeye yönelikse. Dolayısı ile önümüzde görünür gelecekteki seçimlere parti üst yönetimlerinin seçtiği delegelerin seçtiği üst yönetimin belirlediği -kimi istisnalar hariç- adaylarla gidilecek… Eğer son on yılın fiili ve hukuki deneyimini olduğu gibi tersine çevirirsek hükümetler de bu şekilde kurulacak. Ve böylece memleketin yönetimi siyasal değil partisel olacak.

    Özetle, reformasyonu daha akıllıca planlayıp yönetmezsek birbirinden çok farklı yaklaşımlar gerektiren, üstüne birbirinden ayrık güçler tarafından üstlenilmesi gereken iki işi eski usül parti siyaseti eliyle yürütmek zorunda kalacağız. Bu da gelecek için umut vadetmiyor -ne yazık ki; son kırk yıla bakmamız yeterli…

    Çare? Var! Uzunca düşünme, sürekli müzakere, zaman zaman pazarlık, konsensus arama gerektiren yasama işi -yani birinci bileşen- zaafiyet içerdiğini bildiğimiz, ama uzun vadede çok da yanlış ve kötü olmayan sonuçlar doğuran partiler siyaseti eliyle yürütülsün. Hızlı hareket, çeviklik, sürekli adaptasyon gerektiren yürütme işi -yani ikinci bileşen- ise parti ile güncel ve sürekli ilişkisi olmayan bir cumhurbaşkanı ve hükümet tarafından. Bu makam için konsensusu seçmen sandıkta sağlasın. Bu makam süre ve sayı kısıtlamasına tabi olsun, evladiyelik olmasın.

    “E peki, bu tarif edilenin mevcut durumdan ne farkı var?” diyeceksiniz; iki temel noktayı işaret edeceğim: Yasama, yani meclis, partilerin alanı; cumhurbaşkanı bir ittifak ya da dayanışma ile seçilmiş olsa dahi bunun yasamaya birebir yansıması gerekmiyor, ki fiiliyatta yansımayacaktır da. Daha önemlisi meclisin ilk dönemdeki temel görevi ve cumhurbaşkanının da kamuya ve tüm devlet mekanizmasına vaadi güçler ayrılığına dayalı bir yapı kurmak; yani ilk zamanların ardından cumhurbaşkanı istese dahi güçleri birleştiremeyecek, hatta tek taraflı etkileyemeyecek. Buna karşılık parti siyaseti de temel varsayımlar -örneğin bütçe- dışında icraat üzerinde gündelik bir baskı oluşturamayacak.

    Önümüzdeki aylarda birilerinin, özellikle cumhurbaşkanı aday adaylarından birilerinin, konuyu gündeme getirmesi kanımca memleketin ali menfaatleri açısından ziyadesiyle faydalı olacaktır.

    Başkanlık ve parlamenter sistem üzerinde okumaya devam ediyorum; yazmaya da edeceğim…

  • Zıllullah-ı f’il arz: Taammüt mü, Tesadüf mü?

    Fen Lisesi’nde okudum -o zamanlar tek bir Fen Lisesi vardı- sonraki adı ile Ankara Fen Lisesi. Amerikalıların kurduğu, efsanevi hocaları olan, 2 yılda lise müfredatının bitirildiği Fen Lisesi… Dolayısı ile “sosyal” derslere, örneğin Tarih’e pek değer verilmezdi. Okul da vermezdi, dolayısı ile biz de vermezdik. Ha, versek ne olacak, müfredat ve kitaplar vb ne haldeydi, ayrı konu. Neyse, doğru dürüst tarih okumadan, öğrenmeden geçti vakitler; sonra da teknik üniversite, herşey hard, herşey teknik… İtiraf edeyim, sonrasında ben de fazla ilgi duymadım bu “soft” konulara.

    Eksiklik tabii ki; ve kimi zamanlarda basit Google aramalarının kapatmakta yetersiz kaldığı bir eksiklik. Son yıllarda biraz daha fazla tarih okumaya çalışıyorum; hem yakın, hem de uzak tarih. Hiç olmamasındansa geç olması evladır… Geçtiğimiz aylarda çeşitli mecralarında bir tarih kitabının tanıtımını, hatta reklamını sık sık görmeye başlayınca bu eksikliğimi, hem de daha yoğun olduğu Osmanlı bağlamında azaltma fırsatı geçti elime.

    Kitap şu: Alan Mikhail: God’s Shadow Kapağında temel tezinin özeti var zaten: “Sultan Selim, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Dünyanın Kuruluşu”. Ben ki ortamlarda Osmanlı’yı kısaca “gereğinden uzun sürmüş tatsız bir şaka” şeklinde tanımlarım; bu tez tahrik, hem de cezb edici geldi… Yazarın akademik unvanı (Yale Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı) da ciddiye alınmasını şart koşuyor. Audible’dan aldım, başladım okumaya (=dinlemeye, sesli kitap konusunu yazacağım sonra)…

    Kitap 16. yüzyıl ortalarından Selim’in ölümüne Avrupa, az Amerika, az Orta Doğu ve özellikle Osmanlı memleketini anlatıyor. Kimi zaman Osmanlı’dan uzaklaşıp dünyanın başka köşelerine uzansa da hep ve hızla bağlantıyı Osmanlı ve Selim’e getiriyor. İspanya’da Isabella ile Ferdinand, Akdeniz’de ve Atlas Okyanusu’nda ve Magrip’te Columbus, İtalya’da Macchiavelli, Amerika’da Cortez, Almanya’da Luther… Herşeyin merkezine Osmanlı ve Selim oturuyor! Hristiyan Avrupa Müslüman Osmanlı takıntısı ile yapıyor herşeyi, yeni kıta Amerika’nın köle politikasını Osmanlı korkusu şekillendiriyor, Amerika’da ilk köle isyanını Müslümanlar başlatıyor… Prens de Osmanlı ile ilintili, Reform da… Tahta geçtikten sonra Edirne’nin ötesine gitmemiş Selim hem zaman ında, hem de yüzyıllar ötesinde Avrupa’yı ve tüm dünyayı şekillendiriyor.

    İki ihtimal var: Bir; Mikhail’in anlattığı büyük değişimler yalnızca eşzamanlı oluşumlar, herhangi bir sebep sonuç ilişkisi yok. İki; Mikhail’in yazdıklarının temeli var, gerçekten de Selim ve Osmanlı çağını ve sonrasını şekillendiriyor, yani ana tezin deyişi ile “modern dünyayı kuruyor”. Tarihte ve günümüzde hep olduğu gibi bu konuda da tam beyaz ya da tam siyah değil durum; bir gri. Aslında yanlış şık, tesadüf teorisi; o zamanın süper güçlerinden Osmanlı’nın ve ilişkilerinin dünyadaki diğer gelişmeleri etkilememesi söz konusu değil. Ama ikinci ihtimal, taammüt teorisi de fazlasıyla beyaz, çok inandırıcı değil. Doğru yanıt gri, Osmanlı çağında Avrupa’yı derinden etkilemiş olsa da Avrupa’da olan ve yapılanları tümüyle Osmanlı’ya (Mikhail’in tezinde Selim’e) bağlamak olacak şey değil.

    Kitabın kapanış bölümünde esrar perdesi aralanıyor: Bu bölümün başrolü Recep Tayyip Erdoğan’da! Osmanlı’ya verdiği önem, Yeni-Osmanlıcılık, Hilafet… Hele bir de konu Fettullahçılar’la AKP arasında Selim’in mirası etrafında dönen bir gizli operasyonlar hikayesine dayanınca tadından yenmiyor! Kapaktaki tez tamamlanıyor: “Sultan Selim, Osmanlı İmparatorluğu, Modern Dünyanın Kuruluşu; Erdoğan ve Osmanlı Mirasının Devri”… ağızdaki bakla çıkıyor! Sönsöz’ü okumaya başlayınca daha ilk sayfada bilmece çözülüyor: Kitabın amacı bir tarih tezi ortaya koymak değil, Erdoğan’ın Osmanlı mirasını devralmasına “objektif” bir temel oluşturmak! Özellikle Fettullahçılar’ın tasviyesi sonrasında Türkiye’nin yumuşak güç konusunda yaşadığı zaafiyeti gidermek için birebir… Böylesine sağlam bir kariyeri ve pozisyonu olan bir tarihçinin böylesi bir operasyonda aparatçik olarak kullanılması şaşırtıcı, ama tüm kurgu hayli akla yatkın!

    Kitap okunmalı (ya da dinlenmeli) mı? Bence evet, Osmanlı’nın yükselişi ile Avrupa’nın bu yükselişe şaşkınlık, biraz kıskançlık ve hayli korku ile bakışını izlemek açısından hoş bir hikaye. Ama herşeyi Selim’e ve Osmanllı’ya bağlama, kitabın ana menkıbesi de olsa, çok ciddiye alınmadan okunmalı. Hele Piri Reis’in haritası kurgusu çok etkileyici, sırf yıllar ve fersahlar aşan bu anekdotu zevkle ve heyecanla okumak yeter…

    Kitap, yayınlanmasının ardından ciddi tarihçiler açısından ciddi ve zaman zaman sertçe eleştirilmiş. Osmanlı tarihçici Caroline Finkel, eleştirisine Kainatın Efendisi mi? başlığını atarak kibarca bir soru işareti eleştirmiş. Cornell Fleischer, Cemal Kafadar, Sanjay Subrahmanyam üçlüsü kibarlığı elden bırakıp Sahte Küresel Tarih Nasıl Yazılır diyerek sağlı-sollu girişmişler.

    Mikhail ne yazmış, ötekiler ne demiş… koştururken ilginç bir kitaba daha rastladım: Useful Enemies: Islam and The Ottoman Empire in Western Political Thought, 1450-1750. Aldım, indirdim, dinledim… Zaman zaman fazlasıyla akademik, tekdüze ve sıkıcı olsa da çokça yararlı bir eser! Kısaca özetlersek, Avrupa çoğu zaman kendi içerisindeki çekişme ve kavgalarda Osmanlı ve İslam’ı bir mihenk taşı olarak kullanmış, çoğu zaman kötü anlamda. Mezhepler ve devletler biribirine “sizin yaptığınızı Osmanlı/İslam yapmaz” derken Osmanlı/İslam güzellemesine başlayayazmışlar. Bu ölçme-biçme Aydınlanma’ya uzanan macerada Avrupalı düşünürlerin edevat çantasında sürekli yer almış. Diğer yanda da bildik Game of Thrones, özellikle güçlü Habsburg’a karşı güçlü Osmanlı ile ittifak yapmak/ittifak aramak reel politik açısından makul, ve hatta makbul sayılmış. Noel Malcolm’un Useful Enemies’ini tavsiye ediyor muyum? Mehh, emin değilim. Burada da kötü para iyi parayı kovuyor galiba; Mikhail’in çarpık kurgusu Noel’in dakik tarihçesini solluyor 😜

    Başlığa gelelim, Fen Lisesi’nde edebiyat dersimize giren merhum eski Genel Kurmay Başkanı Celal Tural’ın eşi, merhum (?) Suna Tural her ne kadar edebiyat öğretmese/sevdirmese de kulağımıza kimi teferruatı ilk fısıldayan kişiydi. 40+ yıl sonra aklımda kalanlar arasında Halife-i Ruy-ı Zemin ve, evet bildiniz, Zıllullah-ı F’il Arz , evet yine bildiniz God’s Shadow (on Earth), yer alıyor. Rahmet istemiş demek ki…

  • Ufak bir -yeniden- merhaba…

    Pardus’tan ayrıldığım 2011 sonunda blog yazılarım da seyrekleşmeye başladı. Pardus ile ilgili birkaç yazı, sonrasında Pardus yazmamak üzerine bir tövbe, “Bir devrin sonu” … Bir ara daha ve 2015’de yeniden yazma çabaları… Eski ritmi, melodiyi, armoniyi bulamadım 😦 Belki blog modası geçti, belki benim yazma hevesim, belki yazacaklarım azaldı… Belki de çok bir nedeni yoktu, öyle bir dönemdi.

    Neyse, uzunca bir aradan sonra yeniden yazıyorum ve yine sık ve çok yazmak istiyorum. Evet vloglar, YouTube, Instagram devrindeyiz,,, Evet artık kimse uzun yazıları okumuyor, TL; DR hiç olmadığı kadar moda… Evet yazmaya ve düzgün yazmaya zaman ayırmak ve kaliteli zaman ayırmak gerekiyor… Olsun, bu sefer niyetim kesin, yazacağım 🙂

    Son yazılarımdan bu yana çok şeyler oldu; hem iş, hem özel hayatımda. Zaman içerisinde geçeriz üzerinden… Ama sonuncusunu duyurarak bu yeni ET’s R’n’R gumbo devrini açayım: Bugün itibarı ile LAV Danışmanlık, Eğitim, Organizayon ve Bilişim Hizmetleri şirketini kurmuş bulunuyorum. Şimdilik tek kişilik dev kadronun mottosu, Amerikancası ile “… for Lean, Agile, Value-adding practices …”, şirketin ismi de buradan geliyor. Birkaç haftadır ilk müşterimize, sanal/sayısal/tele-sağlık hizmetleri konusuda bir start-up’a Head of Product as a Service hizmeti veriyoruz. Konuşacağız daha bu konuları…

    Evet, buradayım yeniden… Taslak olarak bekleyen pek çok yazı var, bakalım ne kadar zamanda yayımlanabilir hale gelir, o ritmi, melodiyi, armoniyi tuturabilir miyim yeniden; göreceğiz…

    Vira bismilla!

  • Arkadaşım Sayın Tekman

    Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım!
    Ne zulüm, ne ölüm, ne korku
    başımı eğemez!
    Yalnız senin elini öpmek için
    eğilir başım
    Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım

    70’lerin ortası sanırım, ilkokuldayım, Bahçelievler

    Şiir sevmem, anlamam da; büyük olasılıkla anlamadığımdan sevmem. Neyse, babamın ölümünün hemen ardından bir arkadaşım bu şiiri gönderdi ve -ben bile- dayak yemişe döndüm. Sayın Tekman’la ilişkimi bu kadar güzel anlatan ve bu kadar az sayıda kelimeden oluşan bir”şey”…

    Pardus zamanında gençler bana “Erkan bey” dememek için -ki demesinler, “Erkan bey” ne la?- liseden beri bolca kullanılan “Tekman” ismine döndüler. Aralarından “Tekman bey” diyen de çıkmadı değil, kenara çekip açıkladılar durumu. Hala “Erkan bey” diyenleri de vardır -siz de demeyin yahu!-… Neyse, Tekman kimi zaman “Sayın Tekman” oluyordu, ki o kadarı fazla! Ben de buna “Sayın Tekman babam!” diye yanıt veriyordum, böylesine Sayın Tekman oldu babamın adı ben ve arkadaşlarım arasında 🙂

    Sayın Tekman benim kahramanımdı… Öyle Superman ya da Amerikan filmlerindeki mucizeler yaratan Bruce Willis gibi bir kahraman değil; etten-kemikten, gerçek, insan bir kahraman. Hataları yok muydu; vardı, her insan gibi! Yanlış yapmaz mıydı; yapardı, her insan gibi… Çok kızdığım olmadı mı, oldu… Zaafları yok muydu; kimi manasız, kimi kendine göre mantıklı, vardı. Ama benim gözümde süperdi, kahramandı… Ne yazık ki bunu anlamak, daha doğrusu kendi kendime dillendirmek için babamın ölmesini beklemişim, kendisine söylesem -ki gocunmaz, söylerdim- ne çok sevinirdi!

    Annemin hastalığı sırasında, Ocak 2016, Bahçelievler

    Sayın Tekman babasını lisedeyken kaybetmiş, severmiş babasını. Zorluk çekmişler epey. Liseyi bitirdikten sonra çalışmak zorunda kalmış, üniversiteye gidememiş. SSK’da çalışmaya başladıktan sonra bir yandan yeteneği ve zekası ile orantılı şekilde terfi edebilmek için, bir yandan da sevdalandığı kadın (annem olur kendileri) “lise mezunu ile mi evleneceğim” dediğinden işle birlikte okumuş. Hukuk Fakültesi’ni denemiş, olmamış; Akademi’den mezun olmuş. Terfisini de almış (SSK Genel Müdür Yardımcısı olmuştu en son, yanlış anımsamıyorsam), sevdiği kadınla da evlenmiş, hem de 55 yıllığına!

    Yedeksubay Sayın Tekman, Gelibolu, sanırsam 1953

    Bana büyük dayısının adını vermiş, Ahmet! Büyük dayısını da çok severmiş, çok akıllı adammış rahmetli. Babama çok katkısı olmuş Ahmet Dayı’nın, hem maddi olarak, ama çok daha önemlisi kişiliğini şekillendirirken. Göbek adımdan hiç hoşlanmadım, hep sorun çıkardı; önce Amerika’da, sonra da kendi memleketimizde… Babam öldükten sonra anılarını daha bir dikkatle okuyunca ben de sevdim Ahmet Dayı’yı, artık babamın mezarına her gidişimde Ahmet Dayı’yı da ziyaret ediyorum; o bilge adamın isimsiz, taşsız mezarını… Ha, bir de Atatürk’ün Ankara’ya gelişinde karşılanması fotosunda görünür Ahmet Dayı, heyetin imzaları arasında onunki de vardır; Anıtkabir müzesine bir dahaki gidişinizde aklınızda bulunsun. Ama göbek adımı hala sevmiyorum, o başka 🙂

    Sayın Tekman teknolojiyi hep yakından takip etmiş. SSK’da elle aylar sürecek işi yeni alınan ve kimsenin pek anlamadığı bilgisayarları (IBM’dir o, bilgisayar değil) kullan(dır)arak günlere sığdırmış. İş analisti diye bir iş tanımlı değilken babam resmen iş analizi yapmış, daha proje yönetimi kavramı memleket sınırlarını geçmemişken hem planlamış, hem de yönetmiş projeyi. Tabii bunda o zehir gibi zekasının, görev aşkının ve çalışkanlığının da büyük payı var.

    45 yaşında ilk kez direksiyona geçti, ehliyet aldı. 80 yaşında klavye başına geçti, bilgisayar öğrendi, evin masraflarını, doğalgaz sarfiyatını (ve bunun sıcaklık ile korelasyonunu) takip etti. Oturdu anılarını yazdı. 80 küsur yaşında internete girdi, oğluyla Facebook’ta arkadaş oldu, her sabah kalktığında ilk işi torununun yeni fotoğrafı var mı diye (tembel oğlu aylarca yüklememiş fotoğrafları, o da başka) bilgisayarı açmak oldu. Zihni körelmesin diye 80’inden sonra tetris oynamaya başladı… 85’inde akıllı telefon almış, olabildiğince kullandı aklını…

    Maaile yaz tatil, Koruköy’de, 1968 olsa gerek

    Çok düzenli adamdı Sayın Tekman, kuralcı, sert… İşte de, evde de. Bize ne bağırır, ne de döverdi; gerek yoktu öyle şeyler yapmasına. Bir kere, ilkokuldayken, bir akşam evde it gibi azınca terliğinin tersi ile geçirmişti bir tane, tek fiskesi o. Ben haketmiştim, fazlasını da etmiştim… ama haftada bir dövse hiçbiri aklımda kalmazdı, o terlik 40 yıldır aklımda.

    Hayatında bir tek kadın sevmiş Sayın Tekman, ve ömrünü o kadına vermiş. İlişkileri düzgün yürüsün diye her türlü fedakarlığa, gereğinden fazla, haddinden de fazla, katlanmış. Özellikle son 4 yıl, annem Alzheimer olduktan sonra, bize belli etmeden, bize haber bile vermeden çekmiş… Çok çekmiş. Örnek alınacak bir ilişki şekli mi? Değil! Ama kimi zaman kendimi ilişkilerimde benzer şeyler yaparken yakalıyorum, “ben de Sayın Tekman’ın oğluyum, ne olacak ki” diye gülüp geçiyorum.

    Türkiye gezilerinden bir enstantane, 2010’ların başı olsa gerek, yer bilinmiyor

    Annemin “ben hastayım” sinyalleri verdiği, bizim anlamadığımız vakitler, bir kıskançlık krizi ardından çekilen yanak yanağa fotoğraf, Temmuz 2014, Bahçelievler
    50 yıllık evlerinin arka bahçesinde, kalan yeşillikler ile, Temmuz 2015, Bahçelievler

    Sayın Tekman ve Türkan Sultan, Şubat 2016, Hacı Arif Bey

    Çocuklarını severdi babam. Öyle şapur şupur belli etmezdi, ama bilirdik. Benim çok kahrımı çekti; lisede serserilik zamanlarımdan başlayıp 30’umdaki kara günlerime, 40’larımda boşanmama… Hep dert etti kendine, belli etmese de içi içini yedi durdu. Hakkını ödeyemem! Bir açıdan nasıl baba olunacağını gösterdi, her açıdan olmasa da. 80’lerin ikinci yarısı kardeşlerimin ikisi de Amerika’da doktora yaparken daha yakınlaştık Sayın Tekman’la. Belki tek olduğumdan benimle daha çok şey paylaşıyordu, belki ben hazırdım, belki o hazırdı… İşte o sıralarda ağabeyim, kardeşim, arkadaşım olma yoluna girdi Sayın Tekman.

    Ne bayılırdı torununa, Öykü’ye… Hele kız olmasına ne sevinmişti; hep kız istermiş babam, bir oğlan, arkasından iki oğlan daha gelince pes etmiş; 80 yaşında kız büyükbabası oldu (babam “dede” demesini istemezdi Öykü’nün kendisine, “ben büyükbabayım” derdi, el kadar kızın ağzı o lafa dönmediği için uzunca zaman adı “bababa” olarak kaldı). Birbirlerini yeterince sık ve yeterince çok göremediklerini düşünüyor ve üzülüyorum. İkisi de birbirinden birşeyler öğrendi, daha da öğrenirlerdi.

    Öykü daha birkaç aylık, Aralık 2007, Çiftehavuzlar

    Öykü 1 yaşında, Aralık 2008, 4. Levent

    Öykü 2 yaşında, Aralık 2009, Şişli Organik Pazarı

    Öykü ile Anıtkabir’de, Mayıs 2013

    Öykü ile son görüşmeleri, Mayıs 2015, Bolonez Grill, Palladium

    Konuşmayı severdi Sayın Tekman. Anılarını anlatırdı, kimisini defalarca; fıkralar anlatırdı (pis fıkralar, çoğunda çiş ya da kaka olurdu, hoş görürdük), hepsini defalarca. Gülmeyi severdi; kimi zaman kendine özgü sessiz kahkahası ile. İnsanları severdi; tembeller ve yalancılar hariç 🙂 Ben konuşma sevgimi ve hatta becerimi ondan almışım. Benden de kızıma geçsin diye dua ediyorum 🙂 Ama hiç küfür etmezdi -çişli, boklu fıkraları dışında-, kibar adamdı. Ben nerede bozdum ağzımı bilemem (bilirim, bilirim; ah o lise yılları…)

    Sayın Tekman içki sevmezdi. Tam söylemez, ama gençken bir fena sarhoş olmuş, sonrasında da tevbe etmiş -daha doğrusu ağzıyla içmeye karar vermiş. Bir duble votka, üzerine vişne suyu… Bir keresinde ikincisi için çok ısrar etmişler masada, kırmamış, sonra da kaş-göz arasında bardağı saf vişne suyuyla değiştirmiş. Kuralcı, kontrollü Sayın Tekman! Bildiniz, içkiye de lisede alıştım 🙂 Hep “birgün babamla meyhaneye gideceğiz” diye düşünürdüm; kısmet oldu, 2016 yılbaşı ardından, sözleştiğimiz bir arkadaş satınca, az da emrivaki yaparak annem ve babamla çöktük meyhaneye. Kumsal’ın (eski Körfez) patronlarından, adaşı, Osman Abi’yle güzel muhabbetini yaptı; ama artık yaşlanmıştı, sessiz ve yavaştı… Zaten 2 hafta sonra olaylar başlayacakmış…

    Göz muayenesi ve işitme cihazı alımı ardından Kıtır’da bira (Sayın Tekman meyve suyu içiyor) keyfi, Ekim 2015

    Sayın Tekman ve Türkan Sultan ile Kumsal’da, Ocak 2016

    Geçen Ocak ayında annemin kazası ve sonrasında hastalığı süresince çok yoruldu ve yıprandı. Her Ankara’ya gidişimde ikisinin de fotoğraflarını çekerdim, ölümünden sonra tekrar bakınca görüyorum bunu, gözümüzün önünde nasıl eridiğini farketmemişiz, kızıyorum kendime… Ölmeden önce son Ankara’ya gidişimde midesine tüp taktırmıştık, iyi duruyordu. Yanından çıkıp Kumsal’a gitmiş, soranlara da “hep kederden mi içeceğim, bugün de keyiften içiyorum, babam iyi” demiştim. İyi değilmiş meğerse, o sırada vermiş zaten kararını, bizi terkedeceğini biliyor, onun için sessiz ve muzip gülümsüyormuş. Emine abla (kuzenim) farketmiş de söylememiş bana. Söylese ne olacaktı ki, Sayın Tekman vermiş kararını, kim durdurabilir…

    Beyninde emboli attığında tesadüfen Ankara’da ve evdeydim. Ben olmasam büyük olasılıkla o akşam kaybedecektik, bir ihtimalle de kurtulacak ama çok daha kötü durumda olacaktı. Başı kucağımda ambulans beklerken “gitme!” diye ağlıyordum. Ondan iki buçuk ay sonra başka bir ambulansın arkasında artık canı çekilmiş yüzünü öperken de “‘gitme’ dedim sana, niye gittin” diye kızıyordum. Tam bir yıl oldu…

    Annemin hastalığı sırasında, Ocak 2016, Başkent Hastanesi

    İlk hastane yatışı, Mart 2016, Başkent Hastanesi

    Annemle birlikte Geras Bakımevi’ne bıraktığımız gün, Mart 2016

    Son haftaları, tabii biz farkında değiliz o zamanlar, Nisan 2016, Geras Bakımevi

    Özlüyorum babamı! Klişe olmuş, herkesin dilindeki “ah olsaydı da bir de ona danışsaydım” diye değil; babama hiç danışmadım neredeyse, ortaokuldan beri. Dünyaya farklı gözlerden bakıyorduk, onun ne söyleyeceğini biliyordum zaten, bir de lafla sormaya gerek olmuyordu. Arkadaşım Sayın Tekman olarak özlüyorum, haftada 1-2 telefon etsem; konuşsak, takılsam, Cemreleri ve Kandilleri hatırlatsa, punduna getirip yine birahaneye, meyhaneye götürsem, anılarını -bilmemkaçıncı kez-, fıkraların -bilmemkaçıncı kez- anlatsa diye… Torunuyla yine kek yapsa, parmak koparma numarasını gösterse diye… Elimi omzuna atsam, koluna girsem, canını hissetsem diye.

    Hala bizimle olsaydın da elini öpmek için (ki sağken elini öpmezdim, o da sevmezdi ben de) eğilseydi başım… Ah Sayın Tekman, arkadaşım!

  • Rehabilite Olan Eski bir Çalıcının Seyir Defteri

    Tam bir yıl olmuş, Çaldım, Ama Sor Bakalım Neden Çaldım diye yazalı, Facebook anımsattı. Bir yılda neler değişmiş hızla gözden geçireyim istedim. Hızlı bir özet geçeyim, bir kısmı teknik, yazının sonunda maliyet bilgileri ve tam sistem var, isteyen oraya zıplasın…

    • Digiturk kutumu geri verdim. Zaten ulusal yayınları izlemiyordum, yalnızca İzTV, biraz Home & Entertainment’ta yemek programları, CNN International ve BBC. Bunlar için gereksiz bir para vermek bir yana, o saçma kutunun projektör parlaklığındaki ışıklarına katlanmak zorunda kalıyordum. Artık Digiturk kutum yok…
    • “Ama İzTV?” diyeceksiniz… Haklısınız. İzTV ve biraz da H&E yemek programları vb için Digiturk Play abonesiyim şimdi. Anlatacağım aşağıda, akıllı TV’de değil de oynatıcı kutumda kullanıyorum.
    • “BBC ve CNN?” diyeceksiniz ardından. Yaşadığım sitede uydu şebekesi varmış,  televizyonumda da tümleşik uydu alıcı. Biraz karıştırdım, dişe dokunur bişey bulamadım. CNN International’a açık bir uydu yayınından erişmek mümkün değil, geleceğiz buraya… BBC internet üzerinden, oraya da geleceğiz.
    • Bir önceki yazının hemen ardından Amazon Prime’a üye oldum. Akıllı TV’me Amazon Prime Video uygulamasını yükleyerek oldukça iyi bir film ve dizi arşivine sahip oldum bu şekilde. Özellikle kızımla Disney dışı animasyon filmleri bulup izlemek çok keyifli oluyor. Ama artık akıllı TV’den aldım bu işi, geleceğiz…
    • Amazon Prime dışında kalan ya da Amazon’da -bence- manasız paralara satılan içerik için “korsan” yöntemlere devam ettim. Neden derseniz bir önceki yazıya bakın, RTÜK, isteddiğin zaman (video-on-demand) elinin altında olması, arşiv oluşturmaktan bir türlü vazgeçmemek, …
    • Çok ilgili değil, ama arada bir xBox aldım, onunla da Amazon’a ulaşmak ya da Microsoft’tan içerik almak mümkün. Forza 6 ile araba yarışı, kızımla Dance Central ve yakın zamanda da Guitar Hero… 20 küsur sene sonra yeniden oyunlarla ilgileniyorum 🙂
    • Bu çok ilgili, arada bir Amazon Fire TV aldım. Amazon Prime ile çok güzel uyum içindeler, X-Ray vb özellikler harika… Digiturk Play ve BBC için iPlayer bu kutu üzerinde çalışıyor. Bu uygulamalar Amazon dükkanında olmadığı için yandan yükledim ve telefon/tablet uygulamaları oldukları için Amazon uzaktan kumandasını fareye dönüştüren bir uygulama da ekledim.
    • Yerel içerik için kullandığım Dune kutusunu emekliye ayırdım, yerine büyükçe bir disk aldım.
    • Amazon Fire TV disk üzerindeki içeriğe doğrudan erişemediği için bir sunucuya ihtiyacım oldu. Bir Raspberry Pi 2 aldım, kurdum üzerine debian’ı, evde hardcore Linux yönetmeye başladım, her ne kadar istemesem de. Sorunları yok mu, hala var, ama oldukça memnunum bu düzenlemeden.
    • Son olarak Netflix’e üye oldum, hayır Türkiye’de değil, yine Amerika’da, kırpılmış içerik istemiyorum… Onu da Amazon Fire TV’ye yükledim.
    • Bu içerik için ABD’de ya da İngiltere’de olmam gerekiyor. Bunun için bir hizmet kullanıyorum, internette ararsanız alternatiflerini bulabilirsiniz.
    • Bu dönüşümün en büyük kaybedeni CNN International oldu. Çünkü hemen hiç internet akış yayını yok. Kendileri kaybeder 🙂 Ben zaten özellikle Amanpour ve Ferid Zekeriya GPS için izliyordum; olsa iyiydi, ama napalım.
    • Bir soru “Netflix varken neden Amazon Prime da?” olabilir, bunu ben de sosruyorum kendi kendime. Sanırım en önemli neden buradan akış tipi yayın yanında film ve müzik satın almak ve indirmek de mümkün. Hala eski kafayla arşiv (oynatma listesi değil 🙂 ) yapmaya devam eden benim gibiler için iyi. Ayrıca Prime üyesi olunca ayda bir e-kitap ödünç alınabiliyor, seçki çok zengin olmasa da. Son olarak da ABD içinde bedava ve hızlı gönderim var. Neticede verilen para bir şekilde çıkıyor…
    • Müzik için genelde Turkcell Müzik dükkanını kullanıyorum, daha az da Amazon’u; albüm satın alıyorum (arşivcilik alışkanlığı). Ama Deezer ya da Spotify kullanmaya başlamak da istiyorum. Gerçi şimdi de zaman zaman seyahat esnasında Deezer, spor için yürürken de Spotify kullanıyorum; ama para vererek abone olunan servislerine geçme konusunda emin değilim. Eğer aboneliği seçersem Amazon Prime’a biraz daha az iş düşmeye başlayacak.
    • Bu dönüşümün büyük kazananı da internet servis sağlayıcım oldu. Eve giren her yayın internet hattından geçiyor, özellikle Amazon ve Netflix acımasızca HD gönderiyorlar. Bağlantımı 50 Mbps “kotasız”a çevirdim. AKK diye anılan kota 150 GB, gerekirse ayda bir 50 GB ek yapabiliyorum.

    Düzeneği özetleyeyim bir daha:

    Diskler: 7 TB. Üzerinde “çalıntı” içerik, DVD (200+) ve CD (900 civarı) arşivimin sayısallaştırılmış hali, satın aldığım MP3’ler ve kişisel içerik (fotoğraflar, videolar, vb) duruyor.

    Medya sunucu: Raspberry Pi 2. Plex Media Server çalışıyor üstünde, bir de “çalıntı” içeriği edinmek için birkaç güzel uygulama.

    Medya oynatıcı: Amazon Fire TV. Amazon Prime ve Netflix için. Ayrıca Plex istemcisi, TV için de Digiturk Play ve BBC iPlayer.

    Oyun Konsolu: Yalnızca oyun için.

    Akıllı TV ve A/V alıcı: Yalnızca gösterim ve ses için.

    Bu sistemi kurmak için ne kadar para harcadım, zaman içerisinde diskler için sanırım toplam 1.500 TL, medya sunucu tüm alengiratı ile 200 TL, Amazon Fire TV 80 €, xBox bir dizi oyunla sanırım 400+ €, TV ve alıcı çok para…

    Peki bu sisteme içerik sağlamak için ne kadar para harcıyorum, onu da söyleyeyim: Amazon Prime yılda 100 $, Netflix ayda 10 $ (HD olanı), “yer değiştirme hizmeti” ayda 5 $, Digiturk Play ayda 5 TL (sinema paketi, telefon/tablet için), internet hizmeti ayda 80-100 TL (ek kota alıp almamaya bağlı olarak). Yani ayda toplam 150-175 TL veriyorum, eski durumda (Digiturk ve internet, gerisi “korsan”) 120 TL verirken. Bence çok manalı bir dönüşüm oldu… Hele eriştiğim içeriğin çeşitliliği, güncelliği ve kalitesi (Digiturk Play çamur gibi, ama Digiturk kutusundan gelen de öyleydi!) gözönüne alındığında…

    Bakalım bir sene daha geçince nerede olacağız?

  • Memleketimden e-Ticaret Manzaraları

    Sanırım 1998 yılında tanıştım e-ticaret ile, ve yanlış anımsamıyorsam Amazon ile oldu. Amazon’dan neler neler ısmarlamadım, kitaplar, CD’ler, DVD’ler, sonra envai çeşit elektronik (fotoğraf makineleri, video kameralar, …)… Sonra, tam neden anımsamıyorum, yeni bir Amazon hesabı açmam gerekti, iki hesabı birleştiremiyorum (şirket politikaları), ve 18 yıllık tarihin bir kısmı gizlide kaldı. Şimdi girip baksam görürüm herhalde ilk siparişimi, ikincisini, felan.

    Amazon’u çok severim, birden çok kere “yahu paketiniz elime geçmedi, dünya kadar vakit oldu” deyince sorgusuz sualsiz aynı paketi yeniden gönderdiler, sonra ilk gönderdikleri de geldi. Geri gönderme masrafı manasız olduğu için ikinci kopyaları arkadaşlarıma dağıttım, “Amazon benden daha zengin nasılsa, bu kadar da kıyakları olsun” diyerek. Başka arkadaşlarımın başına da aynı şey geldi. Bir maldan iki tane alan arkadaşım “mal bozuk çıktı” diyince ikisini birden gönderip, “ya siz onu geri göndermekle uğraşmayın, bozukları da sizde kalsın” dedikleri oldu. Söyledikleri zamanda paket ulaştıramadıklarında en azından bir hediye çeki verdiler kimi arkadaşlarıma. Amerikan usulü müşteri memnuniyeti, akıllı bir tüccarın yapacağı derecede karını-zararını takip etmek ve ufak hesaplarla uğraşmamak, her zaman birinci derecede hizmet… benim Amazon deneyimim her zaman iyi oldu… Şimdilerde kitapları neredeyse tamamen elektronik ortamda alıyorum, hele bilmemkaçıncı kez kaybettiğim Kindle’ımın yenisi gelsin haftaya listem kabarık 🙂 Ayrıca Amazon Prime ile filmler ve diziler. Haftaya bir de Amazon  Fire TV geliyor, artık film ve dizi izlemek ve satın almak daha kolay olacak.Amazon’dan son fiziksel paket (Kindle’ları vb yurtdışındaki adreslere gönderdiğim için sayılmaz 🙂 ) herhalde 2-3 yıl önce gelmiştir.

    Türkiye’de ise idefix ile başladı e-ticaret maceram. Yine kitaplar, CD’ler… Onlarla pek sorun yaşadığımı anımsamıyorum, ama benim memnuniyetim için yaptıkları ve “vay be, adamlara bak…” dediğim bir jest de yok aklımda. Amazon’un tersine hayatımı sayısallaştırdıkça idefix ile ilişkim azalmaya başladı. Çünkü e-kitap dışında sayısal ürün satmıyorlar. E-kitaplarını Kindle’da okumak da o kadar düz bir işlem değil, uğraştırıyor. Üstüne bir de Türkiye’de e-kitabın malum hikayesi eklenince… Müziklerimi artık Turkcell Müzik‘ten alıyorum, eğer Amazon’dan daha ucuzsa. DVD almıyorum, ya da D&R’larda indirim sepetlerinden 🙂 Ama aslen Amazon Prime’dan. Ne ilginç değil mi, Türkiyeli içerik için birincil kaynağım idefix yavaş yavaş resimden çıkarken yükünün bir kısmını taa Amerika’dan gelen Amazon’a devretmiş. Memlekette sayısallaşma ve e-ticaretin durumu ile ilgili ilginç bir anekdot…

    Şimdilerde ne alıyorum e-ticaretle? Son 1-2 ay içerisinde yurtdışından neler aldım bir sayalım: Expedia‘dan uçak bileti (çünkü Türk Hava Yolları’dan daha ucuza satıyorlar onların biletlerini), eBay üzerinde bir dükkandan bir puro çakmağı (eskisini kaybettiğimi sandım 🙂 hem de çok hoş bir parça), Goulet Pens‘den özel bir mürekkep , Amazon’dan bi dünya şey (Kindle ve Fire TV’den Guitar Hero Live gitarına kadar)…

    Artık dünyadaki e-ticaret firmaları ile hiç sıkıntım olmuyor desem yeridir, hatta yine son derece harika hareketler… Mesela, kalemciler mürekkebim Türkiye’ye gelip, bir şekilde beni bulamayıp (PTT’nin marifeti, biliyorum, daha önce de bir kez olayazmıştı aynı şey) Amerika’ya geri dönünce hiç ses etmeden ve ek bir ödeme de talep etmeden (ki bu yüzden toplamda zarar ettiklerini dahi düşünüyorum) yeniden gönderdiler. Türkiye’nin acayip gümrük işleri, PTT’nin kötü çalışması, kargo paralarının yüksekliği, kimi ürünlerin Türkiye’ye gönderilmemesi (mesela Amazon’un tüm elektronik dükkanı) küresel ya da Amerikan e-ticaret şirketlerini daha fazla kullanmamamın en önemli sebebi…

    Gelelim Türkiye’ye, neler alıyorum yakın zamanda. Öncelikle Kahve Fabrikası‘ndan çekirdek kahve; her ne kadar Fatih hocam arada yeni keşiflerinden bizi haberdar etse de Şerif bey ilk göz ağrımız. Sonra Portakal Bahçem, artık tüm narenciyem Finike’den geliyor. Bu arkadaşlarlakargo şirketlerini değiştirdiklerinde enteresan bir deneyimim oldu: Kargocular genelde benim evde olmadığım zamanlarda geldikleri için zaman içerisinde son derece etkin bir çözüm oluşturduk birlikte, paketlerimi site güvenliğinin bilgisi dahilinde balkonuma (bahçe katında oturuyorum 🙂 ) bırakmaya başladılar. Kızıma “posta kutumuzu bir kontrol edelim” diyorum, dışarından her gelişte önce balkona bir göz attığımızdan.

    Neyse, Portakal Bahçem kargo şirketini değiştirdi ve yeni şirketin elemanı balkona paket bırakmayı reddetti, TC kimlik numarası vb zırvalarla. Ben de gidip kargocuların şubesinden almayı reddettim, bir yandan 20 bilmemkaç kiloluk şeyi taşımak, öte yandan parasını verdiğim hizmeti eksik almak istemediğimden. Koli şubede günlerce bekledik, Portakal Bahçem’e bir araba kapris yaptım, sonunda halloldu… Ardından da hem Portakal Bahçem’in çalışmakta olduğu, hem de balkona paket bırakmak politikaları ile çelişmeyen bir kargo şirketi seçtim de rahatladık hepimiz. Sonra bir vesile ile Mete Apaydın bey ile tanıştık, konuştuk, kargo şirketlerini anlattı, hak verdim vb… Narenciyeler Finike’den, bundan böyle aklınızda bulunsun!

    Evet, listeye geri dönelim: Migros oldukça sık kullandığım ve memnun kaldığım bir e-dükkan. Standart ve bozulmayacak malları, ve kimi zaman fazlasını da, internetten sipariş veriyorum. Teslimat saatlerini de ya evde olduğum vakitlere, ya da kızımın bakıcısı olduğu zamanlarda ona denk getiriyorum; keyifler keka. Ama geçenlerde hoş olmayan bir deneyimim oldu, anlatayım: Araba fırçası denen şeylerden almam gerekiyor, temizlik konusunda yardımcı olan Canan hanımın siparişi, tüm mallar yalnızca fırça ucu, 5 TL civarında sanırım. Sonra Sctoct Brite mı bir markada saplı fırça gördüm, 15 TL miydi ne, “ulan ne güzel sapıyla gelsin” diyip bastım tepesine. Teslimatı getiren arkadaşa “yahu fırçam vardı, o nerede, sopa göremiyorum” deyince ortaya çıktı ki ürün resmi hatalı, sopa felan yok, aynı şeyi 3 katına satıyorlar. Orada iade etmem, ya da getiren elemanın geri alması, vb beklenirdi; ya da daha önce de şikayetler olduğunu söyledi arkadaş, yanlış fotonun düzeltilmesi vb… Yok, herşey aynı şekilde devam ediyor. Müşteri memnuniyeti ile ilgili ufak bir tespit. Bir de Migrosçular kimi zaman benim seçtiğim teslimat vakti öncesinde geliyorlar “abi yolumuzun üzerindeydin” diyerek… O zaman ya balkon, ya da “sonra gelin üleyn!…”, hatta çağrı merkezlerine şikayet bile ettim “o saat gelmeyecekseniz neden bana zaman seçtiriyorsunuz” diye, o veritabanına da gıcık müşteriolarak kaydolduk, hamdolsun… Öte yandan Migros ile ilgili çok iyi deneyimlerim de var, çürük ya da bayat gelmiş ürünler yenisini, ben talep etmeden ve de jet hızıyla bana ulaştırmaları taktire şayan mesela; birden fazla kere oldu…

    Konuya dönelim, yeni dönem gözdelerimden Tazedirekt… Zaten manav alışverişimin önemli bir kısmını Real’in “organik” reyonundan yapıyordum, hem mevsiminde, hem de taze olduğu için. Endüstriyel tarımdan olabildiğince uzak durmaya çalışıyorum. Tazedirekt ilaç gibi geldi bu konunda, yalnızca e-dükkan değil aynı zamanda üretici de olduğu için… Kırmızı etimi artık sadece onlardan alıyorum örneğin. Tarım üreticisi olmak, kendi dağıtım ağını kurmak, vb iş planları ile ilgili soru işaretlerim var, ama onu da Aslanoba düşünsün, ne yapayım. Tazedirekt ekibi de benim balkonla tanışık 🙂

    Bi baktım Türkiye e-ticaret girişimleri ile ilişkimiz dünyanın geri kalanının Türkiye ile ticaret ilişkisine benziyor: sadece taze sebze ve kuru meyve 😛 Eh biraz öyle olmuş. Ama kabahat bende değil, bakın müzik için Turkcell Müzik‘i kullanıyorum dedim, “Oxford vardı da biz mi gitmedik” yani…

    Neyse, bu durumu kısmen kıracak bir gelişme son bir hafta içerisinde yaşandı, yaşanayazdı, yaşanacaktı neredeyse… Bu  yazıyı yazmamın sebebine geldik. Şirkette ortaklardan birinin, sevgili Akın’ın, getirdiği ufak bir projeksiyon aletimiz var. İç toplantılarımızda, az da olsa bizim ofiste yapılan müşteri ve tedarikçi toplantılarında kullanılıyor. Ama emektar hem çok yaşlandı (deli gibi sesi çıkıyor, el kadar aletin), hem de artık  eskisi gibi değil bize karşı (deli gibi ölü piksel doldu görüntü); biz de yenisini alalım dedik. Hazır şirket de kara geçiyor ya, hovardalık yaptık ve bir TV almaya karar verdik. Tüm macera da böyle başladı…

    Önce MediaMarkt‘a gittim, son derce makul bir fiyata, hem de Samsung bir TV buldum. Verdim siparişi, sitede yazıldığı gibi “bir haftada kargoya verilmesi”ni bekliyorum. Bir yandan da “yahu oldukça iyi görünüyor alet, bu paraya nasıl kalmış ellerinde, şansa bak” diyorum. Öyle bir şans yokmuş, bu hafta başında bir telefon: “Tedarikçi bu ürünü temin edemediği için siparişinizi iptal ediyoruz”… Efendim? Ama siz benim kredi kartımdan tahsil ettiniz parayı? Kredi kartına iade de 3 gün sürecekmiş… Nasıl? Benim paramı alıp 1 hafta aktifinizde bekletip (dikkat edin, bu sırada kendileri herhangi bir siparişte bulunmadıkları, yalnızca talep ettikleri için pasiflerine girmiyor, resmen yan etki olarak bilanço oyunu…) sonra da “mal yok yahu” deyip geri veriyorlar?!?! Neden, mesela Amazon gibi, önce provizyon alıp, malı kargoya verirken tahsilatı gerçekleştirmiyorlar? Ya da, hadi Amazon bir efsane, haksız karşılaştırma yamayalım, Migros ve Tazedirekt gibi gerçek teslimat listesi belli olunca tahsilatı gerçekleştirmiyorlar. Tama, öbürleri market, ama sizin de onlarca şubeniz, deponuz vb var, stoktan çalışmıyorsanız olup olmadığından emin olamadığınız mal için nasıl benden tahsilat yapıyorsunuz? Neyse, bakama şüpheli işlem başvurusunda bulundum, bugün-yarın da tüketici hakemine başvuruyorum, onlar düşünsünler… Bir de e-posta ile yaptığım şikayetlere herşey normalmiş gibi standart ve soğuk yanıtlar veriyorlar. Bunu yapan da Alman firması. Oralarda böyle yapsalar tası tarağı toplarlardı, Türkiye onlar için de “fırsatlar ülkesi”…

    Eh, madem o televizyonu alamıyoruz, yenisine bakalım dedim ve Vatan Bilgisayar‘a yöneldim. Vatan, şirket olarak da kişi olarak da çok sayıda mal aldığımız (genelde dükkanlarından alıiveriş yapıyoruz, çünkü stoklarına oldukça hakimler, hangi dükkanda ne var şak diye gösteriyorlar) bir yer, “en kötü ne olabilir ki” dedim. Tabii arada daha ucuza bilindik, ya da bilinmedik (mesela 58″ Samsung TV’ler gördüm, ilk kez böyle bir ekran boyundan haberdar oldum 🙂 yaşasın paralel ithalat!) seçeneklerle karşılaştım, ama bildiğim/güvendiğim yerden almak adına pas geçtim onları. Vatan’dan TV’yi beğendim, kaydımı tamamladım (hep dükkandan aldığımız için e-dükkanda kaydım yokmuş) Siparişi Onayla tuşuna bastım… ki ne oldu? Bir ekran çıktı ve bana “bu işlemin kredi kartı onay kodunu bankanızdan öğrenin ve SMS ya da WhatsApp ile bize gönderin. 3 günde göndermezseniz siparişiniz iptal olur” dedi… NEDEEEEN? 3D güvenlik kullanamamışım?!?!? Ulan sormadınız ki kullanacak mısın diye!!?! Sonra sevgili Akın bir simülasyon yolu ile denedi ve yanyana iki tane Siparişi Onayla tuşu olduğunu keşfetti, soldaki benim bastığım, sağda olan ise  Siparişi Onayla (3D)… Hasta mısınız siz? Aynı formda iki tane Onayla tuşu olur mu? Web sayfasını patronun ortaokuldaki yeğeni mi tasarladı?!? Yahu ben 18 yıldır e-ticaret dünyasındayım böyle mallık görmedim. Neyse, anında bir e-posta gönderdim ve “ben zaten işlerim hızlı olsun diye e-dükkanınızı kullanıyorum, böyle kalem kürek işler ile uğraşacak olsan mağazaya gelirdim, bu haliyle siparişi geçmiyorsanız hiç işleme almayın” yazdım… Birkaç saat sonra bir telefon, “Alo?!”, “Efendim!?”, sonuçta politikaları gereği bu siparişi bu şekilde işleme alamayacaklarını söylediler, “Çok güzel, o zaman iptal edin, ben de sizinle çalışmayayım bir daha…”, “Tabii, siz bilirsiniz, ama kredi kartına iade 10 gün sürüyor…” NEEE?!?! 10 GÜN MÜ???? MediaMarkt hiç değilse yarısını tedarikçi ile, yarısını bankayla toplam 1 hafta demişti. Burada zaten tedarik felan yok 10 gün! Resmen dolandırıcılık bu. e-Çakallık!!! evet, güzel deyim, e-çakal… Bunu yapan da Türkiye’nin en büyük 3 teknoloji marketinden birisi… Doğal olarak onlar da bankama ve tüketici hakemine anlatacaklar sıkıntılarını. Gerçi haklarını vereyim, twitter’da bu arkadaşlara sondan menşınlı mesaj atınca ilgilendiler, az hararet yapınca ilk taksidi hızla iade ettiler, ama geri kalanı hala kredi kartımda bloke, arkadaşların hesabında da alacak görünüyor.

    Sonunda ne mi yaptım? TeknoSA‘nın web sitesinden bir TV beğendik, gittik Erenköy Carrefour’daki dükkanlarına, ellerinde olduğundan emin olduk, verdik siparişi, Perşembe günü bekliyoruz 🙂 Bu da memlekette  üzüm-fındık dışında e-ticaret işine girince başına geleceklerin bir örneği… Kimse bana “ama öyleyken böyle…” demesin, kendini Amazon ile, kenardaki kalemci dükkanıyla, bizden Portakal Bahçem ile, bir yere kadar Migros ve Tazedirekt ile karşılaştırsın. Bunlar seviyesinde hizmet veremeyecekse, müşteri memnuniyeti sağlayamayacaksa bu işe hiç girmesin. İnternetten alışveriş yapan insanın beklentileri ve ölçütleri farklı, e-çakallık bir yere kadar, ama sonra gerçek dükkanınızdaki işinizi de kaybedersiniz; Vatan için böyle oldu…

    Eh, buraya kadar okuduysanız zaten anlamışsınızdır, başıma tatsız birşey geldi ve blog yazısı yazmaya koştum doğrudan… Genç Erkan’dan farklı olarak “yahu hep olumsuz, hep olumsuz; içimizi şişirdin” lafı önce kendime söylediğimden konuyu memnun olduğum, iyi örneklerle açtım. İyi ki de öyle yapmışım, 15 küsur yıldır hayatımı kolaylaştıran ve keyiflendiren birkaç firmanın adını şurada saymak bana da olumlu bir etki yaptı, “hayat güzel be kardeşim” havasına girdim sabah sabah (şu anda burada saat 6:30) 🙂 Hem de aylardır süren sessizliğimi kırdım, elde bekleyen ve taslak halindeki birkaç yazıyı bir an önce bitirip yayımlamak için motivasyon kazandım.

    Herkese mutlu ve mesut e-alışverişler…

  • Ankara Klasikleri

    Bu aralar kimi keyif ve kimi ailesel sebeplerle sık sık Ankara’ya gitmeye başladım, önümüzdeki aylarda da devam edecek gibi duruyor bu durum. Pardus zamanı hemen her hafta bir Ankara seferim vardı ve o aralar doğup büyüdüğüm bu şehirden nefret etmeye başlamıştım. Şehrin köyleşmesi (hayır, İstanbul “megaköy” değil, İstanbul bir kasaba, zihniyet açısından), yağmalanması, pis iş ilişkileri, … tüm bunların yansıdığı yeni mekanlar… tiksinir hale gelmiştim. Son birkaç gidişimde bu durum değişmeye başladı. Gidiş gelişlerimde gençliğimde (80’ler ve 90’lar diyelim kısaca) müdavimi olduğum, uğramaktan keyif aldığım ve benim gözümde Ankara’nın simgesi haline gelmiş mekanları kontrol etmeye başladım son seferlerde. Hala yerlerinde duruyorlar mı, tanıdık simalar var mı, eski çizgi ve düzeylerini koruyorlar mı… Bu yazıda bu mekanlardan bahsedeceğim; yaşıtlarım ve eski Ankaralılar için anılar, gençler için enteresan adresler…

    Baştan söyleyeyim: Ben bir yemek ve meyhane insanıyım, listem de mideye hitap ediyor. Barları, kitapçıları, müzik dükkanlarını, parkları ve pavyonları başkası yazsın 🙂 Başlayalım…

    Önce kebapçılar:

    Kebap 49: Ankara’da en iyi pide buradaydı, hala burada. Eskiden Tunalı’daydı, sonra yeni yerine geldi. Buraya da alıştık. Kıymalı yiyeceksiniz burada, tek porsiyon bile doyurucudur.

    Hacı Arif Bey: 90’ların başlarında Tunus eğri büdük bir mekanda başladı, sonra rahmetli Demirel’in evinin karşısına, Güniz sokağa taşındı. Akvaryumlarını hiçbir zaman anlayamadık, ne yapalım kendileri seviyorlar herhalde. Bir ara su kaplumbağaları da vardı, yakınlarda görmedim. “Kebapçı müziği” dediğimiz klasik gitar ile sanat musikisi icrasının mucidi bunlardır. Herşeyleri güzeldir, özellikle Ali Nazikleri, çatlayıncaya kadar yiyin. Benim nazım geçiyor eskilerden olduğumdan Erdoğan sağolsun, Adana’dan Halep işi yaptırıyorum, gerçi bol sumak koymayı öğrenemediler bir türlü.

    Düveroğlu: Gaziantep… lahmacun… ke’ap… baklava… Her gelişimde biraz daha büyüyor, yakında yan apartmana geçecek. Önce bir lahmacun alın, sonra da Adana… Havuç dilimi varsa kaçırmayın!

    Ciğer 52: Aslı Emek 8. caddede Yıldız bloklarının yanında; bir tane de Balgat’ta var, o da fena sayılmaz. “Mahalle” isteyeceksiniz, ciğer, şiş ve Adana… hem de “ma’alle getir bana abi” diyerek isteyin ki yabancı olmadığınızı anlasınlar. Daha geçen gittim, tam notumu veremedim, bir daha uğrayacağım. Tatlıyı yarım porsiyon söyleyin…

    Sevgili Yaşar’ın Edessa’sı ve sonrasında İsis’i vardı Emek’te; Bilkent takımı ile basket maçı izlemeye giderdik, Yaşar bizi görünce bir kasa ayranı çıkarırdı masanın başına… İskender’de Uludağ efsaneydi her zaman, Hacı Bey’in yeri salaştı, ama bence İskender’i daha güzeldi. SASS (Selim Amca’nın Sofra Salonu) epey dolandı Ankara’da; önce Ayrancı, sonra Siteler, sonra GİMAT mıydı; standart menüsü harikaydı, ama zor başa çıkılırdı.  Tandır Siteler’de ve elle yenirdi…

    Büfeler, daha doğrusu büfe:

    Vitamin: Cadde civarı için Barış Büfe ne ise, Tunalı için de Vitamin odur. Ben  hep sosisli yerim; normal zamanda bir, açsam iki. Bir de dev meyve suyu, oh mis! Abiler bile aynı, kendini evinde hissediyorsun. Yanına bir tane çakması açılmış, kanmayın… İş arkadaşlarımı götürdüm, babamı götürdüm, kızımı götürdüm… herkesi götürüyorum buraya ben!

    Ankara’ya ilk hamburger Memo ile gelmişti sanırım. Soysal pasajının orada el kadar yer. Yağlı kağıtta patates kızartmasını orada gördük. Yine oralarda adını anımsayamadığım (Sandviç imiş, sevgili Hakan Arıtürk söyledi), az sosyetik, bir geniş büfe vardı. Tost makinesinde ısıtılmış sandviç ekmeğine döner koyardı, az Rus salatası, turşu… Mükemmeldi. Annem severdi, az sosyetik olduğundan olsa gerek. Akman’ın bozası vardı sonra ve yazları da limonatası…

    Birahaneler:

    Kıtır: Bira, kokoreç, midye dolma/tava… meraklısına kumpir… bir bira daha, bir bira daha… Erdinger fıçı var artık, ondan şaşmıyorum. Ama personel çok kötü, herkes kendi dalgasında. Yine de gidilir, her seferinde, gidiyorum 🙂

    James Cook: Bu mekan listeme çok yeni girdi, Pardus zamanlarında. Ankara seyahatlerini çekilir kılan yerdi. Evet, Kıtır’ın müzikleri de iyidir, ama Blues ve klasik rock için James Cook’a geleceksiniz. Bir seferinde çok ateşli bir Pardus / TÜBİTAK tartışmasına dalmıştık, kafayı kaldırdık bi baktık, tüm ekip bizim masanın etrafına toplanmış bizi seyrediyorlar; saat 1 buçuk olmuş, çocuklar gitmek için bizim gitmemizi bekliyorlarmış. Başka bir seferde çocuk kimbilir kaçıncı mısır sepetini getirdiğinde “artık getirme” demek zorunda kaldık, oğlan “abi n’olcak bunlar bizden” deyince, “ulan  sen getirdikçe biz yiyoruz, patlayacağız yakında” yanıtını aldı. Epeydir uğramadım, güzel yerdi, hala öyledir inşalla…

    Piknik (ya da Net Piknik): Burası babamın gençliğinde şimdi İzmir caddesi üst geçidinin olduğu civarda, daha çok mesaiden çıkan memurlara hitap eden bir yermiş. Biz Sakarya’daki yerini tanıdık, özellikle de yazları terasını. Sosis-patates tabağı efsaneydi, hayır kızartma değil, haşlama gibi, salçalı sos içerisinde, içinde defne yaprakları ve az kara biber ile. Bira içilirdi Piknik’te… Hala duruyormuş, bir ara gideyim.

    Cambo vardı, Asıl yeri Tunalı’nın girişinde, daha bize uygunu Necatibey caddesinde. Fen Lisesi servisi öncesi ya da Cumartesileri toplanınca hamburger, patates kızartması, bira… Sonra banker olup batmıştı, efsaneyi de birlikte götürerek…

    Meyhanelere geçelim:

    Körfez (ya da yeni adı ile Kumsal): Eskiden Fransız Kültür’ün arkasındaki müstakil evdeydi. Ağır abiler giderdi. Gerçi daha ağır abiler (siyasiler ve gazeteciler) yan taraftaki Vaşington’a giderdi, ama Körfez de bize göre ağır idi. Yazın ön bahçede yer bulabilmek mucize olurdu. Kışları hamsili mısır ekmeği ve hamsi kuşu… Sonra Sakarya’da bir yere taşınıp Kumsal adını aldılar, orayı hiç sevemedim. Şimdi Nene Hatun’a geçmişler, burası güzel… Osman abi var başlarında, tanıdık simalar yine… Öğlen rakısına gittim ben, sessiz ve sakin, akşamları kalabalık oluyormuş…

    Adana Sofrası: Buraya gitmeyeli yıllar oldu. İzmir caddesinde gerçek bir ocakbaşı. Doluysa bodrum katı az klastrofobik, ama iş görür. İki kişi gitmişseniz ve kışsa kesinlikle ocakbaşı! Ocakçı ile muhabbet kurun, öbür masadakilere gidenlerden seçip söyleyin, kaburgası harikaydı, küp gibi rakı içiliyor. Duyduğuma göre daha sosyetik taraflara şubeleri açılmış, büyük ihtimal büyüsü kaçmıştır, kim bilir?

    Göksu: Bu da nispeten yeni keşiflerden. Sanırım Vaşington Sakarya’dan çıkıp Kale’ye giderken ortaklardan biri de Esat’a gelmiş (ya da tamamen uyduruyorum bunu). Dev bir bina, binlerce kat, ortada koca bir atriumsal boşluk, en alt katta bir kuyruklu piyano. Şatafatlı dekorasyon, ağır mobilyalar… Az da mavi-mor ışıklandırılsa tam Tayvan umumhanesi olacak. Buna karşın Karadeniz yemekleri için şaşmaz adres. Turşu kavurması benimkine yaklaşıyor, sarması sevgili eski kayınvalideminkini andırıyor… Güzel rakı içiliyor. Öte tarafta da kalantor AKP güruhu cemaat toplantılarını yapıyorlar, kapı önünde bolca siyah ve kırmızı plaka, şoförler… Hayli çapraz bi yer 😛

    Kalbur: (ismi düzelten Canpolat Kobat’a teşekkürler) Huysuz Mehmet Tekmen’in yeri. Eskiden de sık gidilemezdi, çünkü popo kadar yer, şak diye dolardı. Öğleden sonrası rakısı için iyiyidi ama. Pek çok enteresan mezenin Ankara’ya giriş yeri. Bir ara gideyim de bakayım Mehmet Tekmen yaşlanınca daha da huysuzlaşmış mı? Ben genelde cins kişilerle anlaşırım, ama Mehmet bey ile uyuşamadık bir türlü…

    İlk meyhane rakımı Tombiko diye bir meyhanede içmiştim, sene 80 sanırım, Yeni Sahne’nin (orası da berhava olmuş ne yazık 😦 ) karşısında ufak bir yer. Çardağı vardı, pilav ve garnili şiş yemiştim. Tabii ki yıllar yıllar önce yok oldu. Tavukçu efsane idi, ben bir-iki kez gittim, o kadar beğenmemiştim. Solcu ve devrimcilerin uğrak yeri. Şimdi Çayyolu’na mı ne taşınmış, kalın hesaplar çakıyormuş. Solculuk ne alemde bilmiyorum. Çevre sokakta Subaşı diye bir ocakbaşı vardı, oranın ocakbaşı da güzeldi. Sabahattin Baba vardı, Tunalı’nın Kolej tarafındaki ara sokaklardan birinde, kızlar severdi, kalabalık sıkış tıkış bi yerdi, ben sevmezdim… Yine Çevre sokakta sonradan Lagos açılmıştı, Sakarya Canlı Balık’ın iyisi ve az tuzlusu…  Ne olmuştur ki şimdilerde?

    Son olarak da işkembe:

    Rumeli: Bilkent’te doktora yaparken şehirde gece yemeklerinin değişmez adresi idi. Beykoz paçası efsane… Çorbaları da öyle. Zerdeyi düzgün yapabilen az sayıda yerden biri. Geçen gün uğradım, ve ne yazık ki bitmiş. Çorbası eh, kelle ve kokoreç zar zor yeniyor, zerde yok, aşure diye getirdikleri şey ve üzerindeki yanık ve bayat fındık… Zamanınızı harcamayın, anılarınızda kalsın Rumeli…

    İçki ardı ya da normal vakitte gittiğimiz bir ASPAVA vardı, Allah Saadet Para Aşk Versin Amin 🙂 Gerçi Ankara Aspava doludur ama aslı Esat’ta, “hassas bölgler”in arkasındadır. Önce sarmısaklı cacık, ardından soslu döner dürüm (İstanbul’un kaşarlı döner dürümleri halt etmiş!)… Çay geldiğinde garsonlar paketi uzatır birer de cıgara ikram ederlerdi. Gecenin 4’ünde sıra beklenirdi dakikalarca, karşısındaki mekan sinek avlarken…

    Atladıklarımı siz ekleyin, yorum bırakarak. Ankara’ya gelip gittikçe buralara da uğrayalım yeni mekanlarla birlikte. Anılarımızı tazeleyelim; 10’lu, 20’li yaşlarımıza dönelim… 40’lı, 50’li yaşlarımızdan geriye bakıp muhasebe yapalım. Şansımız yaver gider, anımsadıklarımızdan memnun kalırsak birer duble daha koyalım, My Way’i söyleyip birer puro yakalım; beğenmezsek yine bir duble koyalım, Gençliğe Veda’yı söyleyip birer cigara tellendirelim…

  • Şehirlileşmek – Medenileşmek – Muasırlaşmak

    Ankara’dayım. “Yüksek Hızlı” diye sunulan, aslında muasır medeniyette normal trenlerin hızıyla giden (400 km mesafeyi 4 saatte gidiyor) bir trenle geldim. Eskişehir garının yarım inşaatının bu treni kullandığım son 10 ayda ve 3. geçişimde hala tek bir çivi çakılmadan durduğunu gözleyerek geldim; ama konumuz bu değil. Ankara’nın, Cumhuriyet dönemi simge binalarından biri olup çarpık işletmecilik ve belediyecilik uygulamaları sonucu bir ilçe otogarı sakilliğine bürünen, garında inerek geldim; ama konumuz bu da değil. Gar önündeki taksicilerin kısa mesafelere (emin değilim, ama beklentileri havaalanı oluyor genelde) burun kıvırmak ve hatta ters laf etmek gibi bir tavırları olacağını (ne gerçek manada esnaflığa, ne de hizmet sektörüne uymuyor; ama memlekette herşey “uysa da, uymasa da” mantığında işliyor) düşündüğüm için ve havanın hoş bir serinlikte olmasından cesaret alarak bir miktar yürümeye karar verdim; sonuçta Gar’dan Bahçeli’ye kadar (sanırım 3 küsur km) yürüdüm…

    Tandoğan meydanına gelince… durun burada geniş bir parantez açalım… meydan adını Nevzat Tandoğan‘dan alır, 1929-46 yılları arasında Ankara belediye başkanı, valisi, CHP il başkanı… Bunun yanında o zamanların meşhur Ankara cinayetinin baş aktörlerinden. Kesin bilgi bulamadım, ama büyük olasılıkla büyük bir faşizm taraftarı (görev yıllarından hareketle), kimisine göre bir despot, kimisine göre aslında o kadar da kötü bir adam değil. Genel olarak yaşam hikayesine bakınca o meydanın adının ölümünden sonra neredeyse 70 yıl Tandoğan kalması büyük ayıp. Bu ayıptan kurtaranın da şehrin görüp göreceği en aşağılık belediye başkanı olması da ayıbın katmeri…

    Evet, Tandoğan meydanına gelince doğrudan Dögol (De Gaulle, bir de Dögol deyince sevgili Ferhan Şensoy‘u anmadan geçmeyelim) caddesinden gitmek yerine Anıttepe’de arka sokaklardan dolaşmak geçti içimden, o tarafa yöneldim. Burası eskiden Mebusevleri diye anılan mevki. Sanırsam Anıtkabir yapılırken buralarda da zamanın milletvekillerine evler yapılmış. Anıtkabir demişken, öte yanındaki Yücetepe mahallesinin bir ilginçliği var: Mahalledeki sokak isimleri “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” lafından hareketle Ordular, İlk, Hedef, Akdeniz (Caddesi), İleri ve en ortada da Ata olması.  Bana sorarsanız iyi birşey değil, savaşı, askeri, militarizmi çağrıştırıyor. Bu sokaklarda büyüyen 7-8 yaşındaki erkek çocuklarına sokakların hikayesini anlatmalar, çocukların büyük taarruzculuk oynaması, felan geliyor gözümün önüne. Ben barış taraftarı ve anti-militarist bir insanım; bu isimler bana ters geliyor. Ama öte yandan da tarihi bir işaret koca mahalle.1950 Türkiye’sinde “Yeter, söz milletindir”, ya da mesela Amerika’da “We the people” nasıl simge laflarsa bu da öyle. Zamanında bu lafa gönderme yaparak koca bir mahalle kurulmuşsa bu isimleri (eğer gerçekten birilerini tahkir etmiyorsa, bir nefret suçu içermiyorsa, vb) tutmakta o kadar da büyük bir sakınca yok. Biraz önce adını andığımız o aşağılık belediye başkanı buraların da adını değiştirir mi, bir dönemle rövanşist hesaplaşmanın parçası olarak, göreceğiz.

    Oysa, mesela iki hafta önce epey bir dolaştığımız Almanya kırsalında görüp de hoşuma giden Schumacherstrasse herhalde 400 yıldır o isimle, aynen bizim Müneccimbaşı sokak gibi (bu büyük olasılıkla daha 200 yıllık bir geçmişe sahiptir). Şehirlerimizdeki sokak isimleri bir politik gösteri alanı olmamalı bence, Stalin dönemini yaşadı bu dünya ve bence çok da yarar sağlamadı. Evet, konumuza geliyoruz… Şehirli olmak… Fransızcadan aldığım sözcük ile burjuvazi, ya da öz-Türkçecilerin çabalama deyimi ile kentsoyluluk. Bizde burjuva olmak iyi birşey değildir; hem kasabalı cehaleti, hem de solcu entelijansı tarafından bakıldığında. Oysa dünyada burjuva olmak iyi birşeydir, çünkü medeniyetin temeli şehirdir. Bizim hıyarlar medeniyet = din olarak algılıyorlar ya da algılatmaya çalışıyorlar; oysa Medine zaten şehir demek, Medine şehrinin asıl adı Medine-i Münevvere yani aydınlanmış şehir; yetmez gibi medeni de şehirli demek; yani medeni olmak için önce şehirli olmak gerekiyor. Uzmanı düzeltsin, ama sanki Muhammed’in hicret ettiği Mekke’de kalmayıp Medine’ye geri dönüşünün altında da bu yatıyor gibi bir his var, medeniyet kurmak / medeni olmak için aydınlanmış bir şehirle işe başlamak son derece manalı. Öte yandan Atatürk medeni olmak yerine bir medeniyet kurmayı deneme yoluna gidiyor, Ankara gibi bir kasabayı şehir haline getirmeye çalışıyor. Hangisi daha akıllıca, hangisinin sonucu daha başarılı, çok su kaldırır bu tartışma; girmeyelim…

    Neyse, dönelim biz Mebusevleri’ne… Akdeniz caddesinden uzaklaşıp mahalleye girince bir anda dünya değişiyor. Koca çınar ağaçları ortasında / gölgesinde / altında yürümeye başlıyorsunuz. Anıtkabir 1953 yılında yapılmış olduğuna göre, bu mahalle de 5 sene sonra inşa edilmeye başlansa 50 yılın üzerinde ağaçlar, sanki daha da yaşlı… Belediyelerimizin çok sevdiği o saçma ve zalimce budamadan nasibini almamış ağaçlar, şehirli ve medeni bir görüntü veriyorlar, sanki ağaçların oluşturduğu bir koridorda yürüyoruz. Bu ağaçların kardeşine Kızılay civarında Bulvar’da ve eski başbakanlık çevresinde de rastlarız, özellikle sonbahar sonlarında soğuk bozkır akşamlarında dökülmüş kuru yapraklarını çıtırdatarak yürümenin keyfine doyum olmaz, hele de başımızda şarap dumanları tütüyorsa…

    Sokaktaki apartmanlar sanırım genelde 80’lerin eseri. Bir kısmı yapılırken o zamanlar daha 20-30 yaşında olması muhtemel ağaçlardan kurban verilenler olmuş, apartman önü boşluklarından belli. Çünkü 80’ler ve 90’lar artık sokaklarımızın top peşinde koşan çocuklardan alınıp hususi otomobillere devredildiği zamanlar, apartmanların önünde / arkasında / yanında otopark olması gerekiyor; ağaçlar geçişe engel. İşte bizim medenileş(eme)me hikayemizden bir enstantane daha: Şehrin dokusunu açgözlüğümüze kurban etmekte bir beis görmememiz… İstanbul’da özellikle Demokrat Parti, sonrasında Özal-Dalan ve nihayet AKP döneminde şahlanan yıkımlar. Medenileşiyoruz diyerek medeniyeti yok ettiğimiz hücum hareketleri. Ankara zaten baştan medeni olmadığı için şehrin kuruluş geçmişi pek kısa, hepi topu 90 yıl. Ama bu kadar kısa zamanda bile dudak ısırtacak yıkım ve vandallık hareketleri. Yine Almanya’ya döneceğim, çok taze olduğu için: Elin adamı / kadını bizden kat kat zengin olduğu halde 2-500 yıllık evde oturuyor, sıkıntı etmiyor; biz ise 30 yıllık evimizde rahat edemiyor, kar hırsından başka bir motifi olmayan müteahhitlere verip çatır çutur yıktırıyoruz. Bana “ama deprem” felan demeyin, ana konunun bu olmadığını gayet iyi biliyoruz. Burjuva olamamış burjuvazimiz bundan 50 yıl önce de babaları ve dedelerinin köşk ve konaklarını aynı güruha teslim edip apartmanlaştırmıştı. Bağdat Caddesi’nde kaç tane köşk kaldı şimdilerde? Çatalçeşme’de bir tane, Vakko, Feneryolu’ndaki Dünya Göz, onu da sayarsak… Yahu bu memleket Maksim gazinosunu yıktı, Caddebostan Maksim’i de süper bakkal yaptı; o gazinoların salonlarında hala dolaşan hoş sedalara ihanettir yahu! Neticede bizim “burjuvazi” burjuva olamamış…

    Evet, Mebusevleri’nde ağaçlar duruyor, apartmanlar da o kadar rahatsız edici değil. Çankaya belediyesi 3 adımda bir sağa – sola ve yukarıya afişler asıp “buraların asfaltını ve kaldırımlarını biz yaptık” diye ilan etmiş, kaldırımlar zaten belediye reklamı gibi. Belediyeciliğimiz bu seviyede; büyükşehir ile ilçe tepişiyor, büyükşehir sokağı yapmıyor, ilçe yapıyor, ama o da görüntü kirliliği ile gözümüze sokarak ilan ediyor. Ulan sen belediyesin, işin bu, yapacaksın tabi… Sen yapmana rağmen ben şaşırıp gidip öbürüne oy verirsem hata etmiş olurum, ama o zaman da hizmet gelmez, hatamı anlarım,, bir sonraki seçimde sana oy veririm, 50 bilemedin 70 yılda yoluna girer herşey. Sizin kayıkçı kavganıza meze oluyor güzelim sokak…

    Derken sokağın ortasında ap-acayip bir bina çıkıyor ortaya. “Mimari”si ile göze batıyor. İsmail Çelik mi ne bir inşaat şirketinin merkez binası. Tam manası ile at şeysine konmuş bir kelebek… Bakınca zaten memlekette inşaat, yani medenileşme işinin kime emanet olduğunu görüyorsun. Hadi, bu öküz böyle bir proje çizdirdi, çünkü hem cahil ve hem de cesur (kasaba demiş miydim?), belediye nasıl izin verir böyle birşeyin buraya dikilmesine? Bunu düşünürken beynim ağrıyor yahu, çizimi / maketi gören imar müdürünün tekmeyle o masayı devirmesi gerekir. E, tabi şehirli ve medeni olursa öyle yapar, ama biz oradan çok uzağız, di mi…

    Arada tek tük asıl mimarisini görebiliyoruz sokağın, iki katlı genişçe (ben Bahçeli çocuğuyum, özellikle Emek tarafındaki sıra evlerin nasıl bakla oda evler olduğunu bilirim, o evleri görecek kadar da tevellütüm var) müstakil evler. Bir tanesinin önünden geçerken tacize kayacak şekilde içeri bakıyorum, cam önünde ufak bir masa, iki koltuk, masada bir kahve kupası… Belli ki daha yeni kalkılmış kahve keyfinden. Ama fincan değil de kupa olduğuna göre görmüş geçirmiş bir beyefendiden çok orta yaş ve hatta genç bir hanımefendi söz konusu olan (evet, garajdaki 1 serisi BMW de yardımcı oldu bu tahmine… cinsiyetler tümüyle atmasyon, anlam yüklemeyelim). Evet, demek ki medeni olunca böyle de yaşanabiliyormuş, di mi… Bu sefer yıllar önce Berlin’de katıldığım toplantı mekanından otelime yürürken geçtiğim Kurfurstendamm civarı sokaklar geliyor aklıma, geçenlere “bakın evlerimizin içi de böyle, böyle basit ve fakat medeni bir hayat yaşıyoruz” dercesine çekilmemiş perdeler, büyük şehirde de medeni olunabileceğinin on-yüz-bin kanıtı…

    Böyle böyle sokak bitiyor, sağa dönüp banknot matbaasının karşısından yine Dögol’e, oradan Bahçeli’ye… Yazı da burada bitiyor, arkasını siz tamamlayın, fırsatınız olursa gidin bir dolaşın mahalleyi; fırsatınız yoksa kendi çevrenizde böyle bir mahalle bulun, orayı dolaşın; kentsel dönüşüme kurban gitmeden dolaşın. Oralarda çok değil, 30-40-50 yıl önce yaşanan hayatları düşünün, o zamanın şehrini ve belki o zaman var olan medeniyeti. Sonra çökün bir bahçe duvarına, ağlayın; köksüzlüğümüze, vandallığımıza, kasabalılığımıza ve açgözlüğümüze ağlayın…

    Ha, neden hiç fotoğraf yok yazıda diyeceksiniz, tam durup sırt çantamdan fotoğraf makinemi çıkaracağım sırada bunu yaparsam anın büyüsünü bozacağımı düşündüm ve gördüklerimi kendime sakladım. Bir de o iğrenç belediye afişleri ve bir de yol boyu park etmiş otomobiller…

  • Volvo Ocean Race: Yolun Yarısı

    Yelken sporunu seviyorum; mümkün olduğunca yapmaya çalışıyorum, öyle “sokağa çıkayım da bi koşayım” rahatlığında mümkün olmuyor her zaman, ama yapmaya çalışıyorum. Yelkene genelde ilgiliyim; mesela gerçeğini olmasa bile yelken yarışının sanalını yapmaya çalışıyorum, zaman ayırabildiğim sürece oldukça iyiyim (TK kaptanlarda [Türkiye’nin kodu TK, teknelerin yelkenlerinde yer alan noları TK ile başlıyor] ilk 5, dünyada meraklıları arasında ilk 500 diyebilirim, iddialı bir şekilde), çoğu zaman işten-güçten ve diğer sosyal yaşamdan yeterince zaman ayıramıyorum, ayrılan zaman azalınca başarı olasılığı da düşüyor. Gerçek yarışlara katılmak gibi bir hedefim / niyetim var; mesela bir aşağı yarışında mürettebat olmak… becerebilir miyim, zamanı ve diğer şartları biraraya getirebilir miyim bilmiyorum, ama her yıl bir niyetleniyorum. Öte yandan “eksik kalmasın” babından model yelkencilik ile de ilgilenmeyi düşünüyorum günü birinde, mesela söyle bir Volvo Ocean 65 modeli ile ve birkaç kafa dengi arkadaş bulup haftasonlarında durgun sularda yarışmak filan…

    Yelkenle böyle ilgili birisi için en önemli yarış olayı kanımca Volvo Ocean Race. Kimileri Vendee Globe ya da Clipper Round the World ya da Sydney Hobart‘ı ilk sıraya yerleştirebilir, son derece haklı olarak, ama “kanımca” dememden de anlaşılacağı üzere benim seçimim Volvo…

    Volvo Ocean Race 1973’de Whitbread biracılık şirketi destekçiliğinde ve Kraliyet Donanması Yelken Derneği’nin işbirliği ile başlamış. O zamanlar yarış İngiltere’den başlıyor, hemen hemen ticaret kalyonlarının izlediği geleneksel rota izlenerek önce güneye Ümit Burnu’na, oradan doğuya dönüp Avustralya’ya gidiliyor, Horn burnu dönülerek Amerika’ya geçiliyor ve Atlantik geçişi ile İngiltere’de sona eriyordu. İlk yarışlarda belli uzunluk sınırları dahilinde keç tekneler kullanılırken 90’larda Whitebread 60 (sonrasında Volvo Ocean 60 ve Volvo Open 70) sınıfları tasarlandı. İlk yarışlar 4 yılda bir düzenlenirken 90’larda Volvo’nun devralması ile 3 yılda bir düzenlenmeye başladı.

    Volvo Ocean Race 2014-15 - Auckland Stopover

    Volvo Ocean Race üç yılda bir düzenleniyor. Sonbaharda İspanya’dan ve Volvo Ocean Race organizasyonunun şimdiki merkezi olan Alicante’den başlıyor. Yaklaşık 9 ayakta, ve yaklaşık 9 ayda, yaz mevsiminde yine Avrupa’da bir limanda sona eriyor. Klasik rota Alicante – Cape Town, Cape Town – Abu Dabi (çünkü hemen her yarışta bir Abu Dabi teknesi oluyor), Abu Dabi – Sanya (çünkü artık her yarışta bir de Çin teknesi oluyor), Sanya – Auckland (Yeni Zelanda, Fransa ile yelkenciliğin milli spor olduğu memleketlerden birisi), Auckland – Itajai (meşhur Güney Okyanusu dönüşü), Itajai – ABD, ABD – Avrupa, sonrasında da katılan teknelerin milliyetlerine göre (ama her zaman Fransa olacak şekilde) Avrupa kıyılarında birkaç ayak daha…

    December 31, 2014. Practice Race in Abu Dhabi: Team SCA

    Volvo Ocean Race bu sefer (2014-2015) tek-tip (one-design) teknelerle yapılıyor. Daha önceki yarışlarda (Whitbread 60, Volvo Ocean 60 ve Volvo Open 70 zamanları) temel tasarıma uymak şartı ile her tam kendi teknesini kendi tasarlayıp inşa ediyordu. Takımlar genelde bir ana destekçi etrafında (ki tekneye adını verir) çok sayıda destekçi ile oluşturuluyor. Dev bir organizasyon ve dolayısı ile hayli masraflı bir iş. Tekne yapılacak, takım oluşturulacak, yarış boyunca deli gibi lojistik işleri… bir tekne maliyetinin 20 milyon €’ya vardığı oluyormuş. Paranın bol olduğu 90’larda ve 2000’lerede işler daha kolaymış; 2005-2006’da ABN Amro’nun iki, 2008-2009 yarışında Ericsson ve Telefonica’nın ikişer teknesi varmış. 2011-2012’de yalnızca altı takım girince organizayson da bir çıkış yolu aramaya başladı ve 2014-2015 için destekçi maliyetini 15 milyon € altında tutmak için önlemler almaya ve bunun için de tek-tip teknelere geçmeye karar verdi. Yeni Volvo Ocean 65 organizasyon tarafından tasarlandı, imal ettirildi ve yarışa girecek ekiplere satıldı…

    Volvo Ocean Race’in şu anki yarışında her bir ekip 8 kişiden oluşuyor, eğer bir ekip yalnızca kadınlardan oluşursa (ki bir takım, Team SCA, öyle) 11 kişi oluyorlar. Ayrıca her teknede yelken ve yarış işlerine karışmayan, yemek vb lojistik işlere yardım edebilen bir tekne muhabiri (On-Board Reporter) var. Volvo Ocean Race yalnızca yelkencilerin bir kapışması olmaktan çıkıp satılabilir bir medya olayı haline gelince / getirmek için medya ayağı önem kazanmaya başladı. Şu anki yarışta bu konuda epeyce mesafe katedilmiş durumda, @settar pek güzel anlatıyor. Ayrıca her ekipte en az bir kişinin 30 yaş altında olması şartı var.

    m33858_crop8_1024x1024_proportional_1421143436373C

    Volvo Ocean Race hakkında genel bilgi bu kadar…. Peki bu yazıyı yazış sebebim? Sürmekte olan yarış bu aralarda yarılandı, tekneler en zorlu ayak olan Auckland – Itajai’yi tamamladılar. Güney Okyanusu’nun soğuk suları, dev dalgaları ve uluyan rüzgarları ile boğuşma -hemen hemen- kazasız ve belasız sona erdi. Geçenlerde yarış sitesinde ilginç bir dizi istatistik yayımlandı ve ben de bunu blog’uma Volvo Ocean Race ile ilgili birşeyler yazmak için iyi bir vesile olarak gördüm. Evet, yukarısı girizgah idi, şimdi asıl yazıya buyrun:

    m33615_crop8_1024x1024_proportional_142079894010E2

    4 Ekim ile 27 Mart arasında Team CSA (İsveç) 30.346, Abu Dhabi Ocean Racing (Birleşik Arap Emirlikleri) 30.050,  Dongfeng Race Team (Çin) 29.967, Team Brunel (Hollanda) 30.301, Team Alvimedica (Türkiye & ABD) 30.153, MAPFRE (İspanya)  30.327 ve Team Vestas Wind (Danimarka) 11.803 deniz mili mesafe katetti. Team Vestas Wind Cape Town-Abu Dabi arasındaki 2. ayakta Mauritius yakınlarında bir mercan kayalığında karaya oturduğu için kalan ayaklara katılamadı. Takımın Haziran ayında yeniden sulara dönmesi bekleniyor.

    Volvo Ocean Race 2014-15 - Team Vestas Wind Rebirth

    Team Alvimedica bir yiyecek soğutucusu, Dongfeng Race Team bir uzaktan kumandalı drone kaybetti… Tüm takımlar da doldrum‘larda pek çok kıymetli zaman 🙂

    4 Çinli yelkenci ilk açık deniz deneyimlerini yaşadılar, 23 iribaş deniz kaplumbağasına dönüştü (Amerikanca’daki “pollywog to shellback” deyiminden, ilk kez Ekvator çizgisini geçenler için düzenlenen -az eğlenceli ve az iğrenç ve az acımasız- tören), 18 doğumgünü kutlandı, 2 Şükran Günü partisi verildi, ve bolca Sevgililer Günü mesajları iletildi 🙂

    m35744_crop8_1024x1024_proportional_1423929017DD82

    Youtube’daki Volvo Ocean Race kanalında 51 milyon dakikalık görüntü izlendi, yarışlar dünyada toplam 1 milyar kişiye TV üzerinden iletildi, günlük The Inside Track programı 1 milyon kezden fazla izlendi.

    Takımlar 3 Çinli kavançası attı (hayli hızlı giderken istemsiz bir kavança ile teknenin rüzgarüstüne yan yatması), 2 çılgın tayfun atlattılar, yalnızca Facebook’ta 3 milyon kişiye ulaştırılan 1 mükemmel kurtarma operasyonu yürütüldü. Bu raporun oluşturulmasından birkaç gün sonra da Dongfeng Race Team direk kırdı…

    Yarıın ilk yarısında 3 okyanus geçildi (Atlantik, Hint, ardından da Pasifik/Güney Okyanusu), Ekvator 3 kez geçildi, ayaklarda 4 farklı, liman-içi yarışlarda 4 farklı birinci (Itajai liman-içi yarışı ile 5 oldu) çıktı, 15.000 saat üzerinde harika seyir yapıldı, 3.750 vardiya değişimi, 5.000 kurutulmuş-dondurulmuş yemek servisi yapıldı, teknelerden Alicante’deki Yarış Kontrol merkezine 10.923 e-posta gönderildi…

    m35902_crop8_1024x1024_proportional_1424261546A157

    1 kulak zarı yırtıldı, 1 disk fıtığı oldu, 1 el ve bir elde 1 kemik kırıldı, 2 kaburga kırıldı, 2 tanesi de çatladı…  Ve bol miktarda bandaj ve ağrı kesici kullanıldı 😦

    Kesin olan birşey varsa hem yarışçılar, hem de izleyiciler bol bol keyif aldılar!